Ülkemizde son yıllarda savunma sanayiinden enerjiye, inşaattan sağlığa kadar pek çok sektörde büyük ilerlemeler kaydedildi. Yerli SİHA’lar, yollar, köprüler, barajlar, üniversiteler yapıldı ve daha pek çok proje de hayata geçirildi. Ancak reform niteliğinde yeniliklere imza atılmasına rağmen ekonomide bir türlü istenen seviyeye ulaşılamadı. Ekonominin gerileme trendine girmesiyle Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sisteminin başarısı tartışılmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirenler de yeni bir siyasi sistem arayışı içerisine girdi. Siyasetin dışında kalan toplumun diğer kesimlerinde siyaset reformuna duyulan ihtiyaç, geçmişte bazı dönemlerde olduğu gibi bugün de kendisini hissettirmeye başladı. Ancak bu reformun nasıl gerçekleşeceği konusunda henüz bir kamuoyu oluşmuş değil.
Türkiye’de Sistem Tartışmaları
Sistemi tartışanlar genelde iki ayrı düşüncede toplanıyorlar. Bir tarafta mevcut cumhurbaşkanlığı sisteminin gayet başarılı olduğunu, yalnızca sistemin kireçlenen bazı yerleri için birtakım düzenlemelere ihtiyaç olduğunu savunanlar, diğer tarafta ise cumhurbaşkanlığı sistemini bir an evvel terk edip güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek isteyenler yer alıyor. Bu iki düşünceyi savunanların dışında sesi pek de duyulmayan üçüncü bir kesim var. Bu kesim ise sistem değişikliği yerine Siyasi Partiler Kanununda (SPK) yapılacak değişiklikle büyük çaplı bir siyaset reformunun gerçekleştirilmesini savunuyor. Bu yazıda SPK değişikliği ile siyaset reformunun nasıl yapılabileceği konusunu anlatmak istiyoruz.
İster parlamenter sistem, isterse başkanlık sistemi olsun, demokratik bir sistem kurmanın yolu “parti içi demokrasiden” geçmektedir. Parti içi demokrasi de “part içi seçimler”in kanuni bir zorunluluk haline getirilmesiyle mümkündür. Siyasi Partiler Kanununun, parti içinde seçim yapıp yapmama veya yapılması zorunlu olan seçimlerin ne şekilde yapılacağı konusunda siyasi partilere serbestlik tanıması, ülkemizde parti içi demokrasinin uygulanmasının önündeki tek engel haline gelmiştir. Demokrasinin siyasi partilerden başlayarak, ülkenin tüm kurumlarına yayılabilmesi için Siyasi Partiler Kanununun değiştirilmesi gerekmektedir. Bu değişiklikle parti içi tüm seçimler zorunlu hale getirilmeli, ayrıca seçimlerin ne şekilde yapılacağı parti tüzükleriyle değil, kanunla belirlenmelidir. Vatandaşlarımızın büyük bir kısmı Siyasi Partiler Kanununun önemi konusunda bir fikre sahip olmadığı gibi değiştirilmesi konusunda da bir talepte bulunmamaktadır.
Vatandaşlardan herhangi bir talep olmayınca bu konu siyasiler tarafından gündeme getirilmemektedir. Bu yazının amacı, herhangi bir siyasi partiyi olumlu veya olumsuz yönde eleştirmek değil, Siyasi Partiler Kanununun antidemokratik yönleri hakkında vatandaşlarımızda farkındalık yaratmaktır.
Vatandaşlardan herhangi bir talep olmayınca bu konu siyasiler tarafından gündeme getirilmemektedir. Bu yazının amacı, herhangi bir siyasi partiyi olumlu veya olumsuz yönde eleştirmek değil, Siyasi Partiler Kanununun antidemokratik yönleri hakkında vatandaşlarımızda farkındalık yaratmaktır.
Cumhurbaşkanlığı Sistemine Geçiş
Bilindiği üzere, ülkemizde 2017 yılında büyük bir sistem değişikliği yaşandı. Parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildi. Cumhurbaşkanlığı sisteminin, Batı’da başarılı örneklerini gördüğümüz başkanlık sistemi gibi bir sistem olabilmesi için Siyasi Partiler Kanununda köklü bir değişiklik yapılması gerekiyordu, ancak gerekli değişiklik yapılmadı. Siyasi Partiler Kanunu mevcut haliyle bırakılınca da ortaya Türk tipi bir başkanlık sistemi çıkmış oldu. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesindeki amaç, geçmişte özellikle de koalisyon dönemlerinde yaşanan sistemsel sorunların ortadan kaldırılmasıydı. Sistem sorunlarını çözmüş bir ülke olarak her alanda gelişme sürecine girmeyi hedeflerken, ekonomik sorunlar daha artmaya başladı.
Siyasi Partiler Kanununda değişiklik yaparak tam anlamıyla demokratik bir sisteme nasıl geçileceğini, ülke sorunlarının da bu şekilde nasıl çözüme kavuşacağını anlatmadan önce, ülkemizde parlamenter ve başkanlık sistemlerinin başarılı olmasının önündeki engelleri ortaya koymak gerekiyor. Bu sayede, ister başkanlık sistemiyle, isterse parlamenter sistemle yönetilelim, parti içi demokrasinin işlerlik kazanmasından sonra ülkemizde olumlu yönde ne gibi gelişmelerin yaşanacağını, ekonomiden teröre, eğitimden Güneydoğu sorununa kadar pek çok sorununun nasıl kendiliğinden çözüleceği daha anlaşılır hale gelecektir.
Siyasette Denetim
Dünyada başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem gibi sorunsuz çalışan demokratik sisteme sahip pek çok ülke bulunmaktadır. Ülkemizle kıyaslandığında bu ülkeler ekonomik krizlerle, darbelerle veya terörle daha az mücadele etmekte veya bu sorunlarla hiç karşılaşmamaktadır. Bunun nedeni ise biraz önce saydığımız sistemlerin ülkelerinde sorunsuz çalışabilmesi için siyasetin içerisine sıkı bir denetim mekanizması yerleştirmiş olmalarıdır. Bu mekanizmayla siyasi partiler kendi siyasetçilerini sıkı bir denetime tabi tutmaktadır. Ülkemizde bu denetim, parti liderleri, muhalefet ya da halk seçimleriyle yapılmaktayken, gelişmiş batı ülkelerinde siyasetçilerin denetimi, partilerin kendi tabanları ve parti içi seçimlerle yapılmaktadır. Siyaset sistemlerinin sorunsuz bir şekilde işlemesinin temeli de burada yatmaktadır. Parti içi demokrasi sayesinde siyasetçilerin parti tabanı tarafından sıkı bir şekilde denetlenmesi, aynı zamanda bürokrasinin de denetlenmesi anlamına gelmektedir. Bürokratik denetim, toplum yaşamının kalitesini doğrudan etkileyen bir faktördür. İstenen verimi veremeyen veya şaibeye karışan siyasetçilerin, parti içi seçimlerle saf dışı bırakılması ve yerlerine yeni siyasetçilerin getirilmesiyle düzen yeniden sağlanmaktadır. Siyasetin demokratik bir şekilde işlemesi, ülke sorunlarının çözümünü de hızlandırmaktadır.
Demokratik sistemlerle yönetilen ülkelerde toplumun en önemli kurumları siyasi partilerdir. Bu ülkelerde siyasetçilerin şaibeli işlere karışması durumunda, öncelikle parti tabanı tarafından istifa etmeleri istenir, parti tabanının baskısıyla varsa milletvekilliği, bakanlık veya başbakanlık gibi görevlerden el çektirilir. Bizde durum farklıdır, bir siyasetçi herhangi bir şaibeye karıştığında siyasete devam edip etmemesi tamamen parti liderine bağlıdır. Parti lideri bu kişinin siyasete devam etmesini isterse, parti tabanının istifa talepleri dikkate alınmamaktadır.
Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi siyasetçilerin parti lideri yerine parti tabanına hesap verdiği bir sistemin Türkiye’de kurulabilmesi için SPK’da düzenleme yapılması şarttır. Mevcut düzenleme ise parti yöneticilerinin parti tabanına hesap vermesini sağlamak yerine, parti tabanı üzerinde tam hâkimiyet kurmasına imkân tanımaktadır. SPK’ya göre partilerde kimin kimi denetleyeceği konusu, parti yöneticileri tarafından hazırlanacak parti tüzüğüyle belirlenmektedir. Bir başka deyişle, denetlemenin nasıl yapılacağı konusunda parti yöneticileri tamamen özgür bırakılmıştır. Parti liderleri de bu özgürlüğü sonuna kadar kullanmaktadır. Bugüne kadar Meclis’te halkı temsil eden hiçbir siyasi parti lideri, parti tabanı tarafından kendisinin denetlenmesine izin verecek bir sistemi parti tüzüğüne koymamıştır.
1980 Darbesinden Sonra Yapılan Kanuni Düzenlemeler
Türkiye’de parti yöneticilerinin parti tabanları tarafından denetlemesini sağlayacak bir denetim mekanizması, ancak SPK ile oluşturulabilir. SPK’yı 1983 yılında hazırlayarak yürürlüğe koyan dönemin Askeri Cuntası, siyasi partilerde aşağıdan yukarıya yani parti tabanından parti yönetimine doğru yapılacak bir denetim mekanizmanın kurulmasını istememiştir. 1980’de devlet yönetimine el koyan Askeri Cunta, kendilerinden sonra kurulacak çok partili düzende iktidar partileri üzerinde vesayet denetimi kurmayı amaçlamıştı. Cunta lideri Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmesine de kesin gözüyle bakılıyordu. Diğer taraftan, parti liderlerinin parti tabanından bağımsız hareket edebilmeleri için SPK’da gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Bu düzenlemelerle, partilerdeki siyasetçiler tamamen parti liderinin emrine, parti liderleri de Cumhurbaşkanının emrine girecekti. Buradaki amaç, askeri sistemlerdeki emir-komuta zincirinin siyasetimizde de uygulanmasıydı.
SPK yürürlüğe girdikten sonra kurulan partilerin liderleri sınırsız bir güce sahip oldular. Parti liderleri parti tabanı tarafından hesap sorulamaz bir konuma getirildi. Parti liderlerinin herhangi bir şaibeye karışmalarının ya da halk seçimlerinde oy kaybetmelerinin hesabı da artık parti liderlerine sorulamamaktadır. 1983 sonrası siyasi tarihimizde Turgut Özal’ın vefatı, Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesi, Deniz Baykal’ın da kaset skandalına karışması sonrasında parti genel başkanının değişmesinin dışında, başka bir örnek bulunmamaktadır. Günümüzde “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” sayesinde cumhurbaşkanı seçilen kişilerin, parti genel başkanlığı koltuğunu bırakması zorunluluğu da ortadan kaldırılmıştır.
Partilerde taban tarafından yapılması gereken denetim, Askeri Cunta döneminde yapılan yasal düzenlemelerle parti liderleri tarafından yapılır hale getirilmiştir. Siyaset, adeta emir komuta zinciri içerisinde yapılan bir mesleğe dönüşmüştür. Denetim yetkisinin parti liderine verilmesinin olumsuz sonuçlarından biri de, halk tarafından beğenilmeyen siyasetçilerin halka rağmen uzun yıllar siyaset arenasında kalabilmeleri olmuştur. 1980 öncesi dönemde de durum çok farklı değildi. Çok partili hayata geçtiğimiz 1945’ten 1980’e kadar geçen dönemde iktidarda söz sahibi olanlar, yasal düzenleme yaparak demokratik bir siyaset sistemini ülkeye kazandırmayı düşünmemişlerdir.
1923’te Cumhuriyeti ilan ederek, bu rejime en erken geçen az sayıda ülkeden biri olma unvanına sahip olduk. Ancak gerekli yasal düzenlemelerle tam anlamıyla demokratik bir sisteme sahip kavuşmamız bugüne kadar mümkün olmadı. Cumhuriyetle yönetilen bir ülkenin yöneticilerinin halk tarafından seçiliyor olması, o ülkenin demokratik bir ülke olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin, Suriye’de Beşşar Esed yönetiminin seçimle işbaşına gelmesi, ülkesini monarşik bir diktatörlükle yönetmesine engel değildir. Benzer bir örnek, İran İslam Cumhuriyeti için verilebilir. Her ne kadar Cumhuriyet rejimini kabul etse de İran’ın şeriatla yönetildiği herkesçe bilinmektedir.
1980 döneminde yapılan yasal düzenlemelerle partilerin bütün kontrolünü eline alan parti liderleri, partilerinin tüm organlarını kendileri belirleyebilir hale geldi. Milletvekillerinin, parti il veya ilçe başkanlarının, belediye başkanlarının parti genel başkanlarının, “parti içi seçimler” yerine parti genel başkanları tarafından belirlenen kişilerden oluşması sağlandı. Siyasete girecek kişilerde halkın saygısını kazanma, dürüstlük, liyakat, temiz bir sabıka ve vizyon sahibi olma gibi kriterler arka plana itilerek, lidere sonsuz bir sadakatle bağlı olma kriteri en önemli kriter haline geldi. Liderler bu kriteri kullanırken, halktan büyük teveccüh gören siyasetçiler, liderlerine rakip olmaya başladıklarında da siyaset sahnesinde hızla tasfiye edilmeye başlandı. Partilerinde sınırsız yetkilere sahip liderler, görev verecekleri siyasetçileri belirlerken demokrasiyle çelişen pek çok uygulamaya da imza attılar. Mahkemeden aldığı cezanın uygulanmaması için dokunulmazlık zırhına bürünmek isteyen gazeteciler, adı yolsuzluğa karışan bürokratlar veya terör örgütünün sempatizanı olan kişiler, sadece lidere sadakat kriterine sahip olmaları sayesinde milletvekilliği yapabilir hale geldi.
Halkı temsil etmek yerine liderleri vasıtasıyla terör örgütünü veya belirli zümreleri temsil eden bu kişilerin, meclisin ziyaretçi kapısından bile içeri alınmaması gerekirken milletvekilliği yapabilir hale gelmesi, siyasetimiz için içler acısı bir durumdur.
Parti liderleri zaman zaman toplum içinde saygınlığı olan insanları siyasete kazandırsa da, yeri geldiğinde aşiret reislerini, devletten ihale alabilmek için siyaset yapan müteahhitleri, derin devletle ilişkisi olan kişileri, kendi menfaati için çalışan ticaret erbabını, teröre destek veren kişileri, ülke yönetiminden anlamayan sporcuları da milletvekili yapabilmektedir.
SPK’da yaptığı düzenleme ile siyasette emir-komuta zinciri kurmak isteyen Kenan Evren, 1983 seçimlerinde merhum Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle, düşündüğü planı istediği gibi gerçekleştiremedi. Turgut Özal’ın Kenan Evren’le dengeli bir ilişki kurmasının yanında, halkın da büyük desteğine sahip olması, Evren’in ikinci bir darbe ile yönetimi Özal’dan geri almasının da önüne geçmiş oldu. Turgut Özal bu sayede iktidarını sürdürmeye devam ederken, SPK’nın verdiği geniş yetkilerle parti tabanına hesap vermeden iktidarını yürüten bir lider konumuna geldi. Turgut Özal’dan sonra iktidarı devralan liderler de SPK’yı değiştirerek, partilerinde sıkı bir denetleme mekanizması kuracak gerekli yasal değişikliği yapma konusunda istekli davranmadılar. Parti liderleri de dâhil tüm siyasetçilerin parti tabanı önünde hesap vermek zorunda kalacağı böyle bir yasal değişiklik konusunda halktan da bir talep olmayınca, SPK değişikliği hiçbir zaman gündeme getirilmedi.
Parti İçi Seçimler
Dünyada gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerdeki siyasi partilerde denetleme mekanizması, parti içi seçimlerle oluşturulmaktadır. Bir siyasi partinin toplum yararına çalışması, şeffaf olması ve şaibelerden uzak olması için parti içi seçimlerin kanunla zorunlu hale getirilmesi ve yargı kontrolünde yapılması önem taşımaktadır. Türkiye’de halk seçimlerinin denetimi Yüksek Seçim Kurulu tarafından yapılırken, parti içi seçimlerin aynı şekilde bir yargı denetimine tabi tutulmaması tam bir çelişkidir.
Siyasi partilerde parti içi seçimler zorunlu hale getirildiğinde, partilerde görev yapacak siyasetçiler de, liderden ziyade toplumun güvenini kazanan ve geniş kitlelerce saygınlığı olan insanlardan oluşmaya başlayacak, aynı zamanda lidere hesap sorabilir hale gelecektir. Saygınlığını yitiren veya şaibeye karışan siyasetçiler, lidere yakın da olsalar siyaset arenasından hızlı bir şekilde uzaklaştırılacaktır. SPK değişikliği ile temiz siyaset egemen hale gelecek, böylece ülkemizde siyaset reformu gerçekleşmiş olacaktır. Siyaset reformu ile ülke daha iyi bir yönetime sahip olacak ve sorunlar daha da hızlı bir şekilde çözülecektir.
Parti Tabanının Önem Kazanması
Parti tabanı, partinin en alt tabakasını oluşturan üyelerden oluşur. Demokratik ülkelerde siyasi partilerin kontrolü tamamen parti tabanının elindedir. Parti lideri ve yöneticileri de tamamen parti tabanının isteklerini yerine getiren birer temsilcisi konumundadır. Parti üyelerinin büyük çoğunluğunu, şehir veya kasabalarda kurulan teşkilatların en alt tabakasındaki insanlar oluşturur. Parti tabanının kimlerden oluştuğuna bakıldığında, parti teşkilatının bulunduğu yörenin esnafının, işçisinin, memurunun, zanaatkârının, köylüsünün ve çiftçisinin ağırlıkta olduğu görülür. Parti tabanı demek halkın kendisi demektir. Bu ülkelerde partilerin kontrolü tamamen parti tabanında yani halkın elindedir. Partiler, bir bakıma halkın malı haline gelmiştir. Halka ait olan bir partinin liderinin, parti içinde keyfî hareket etmesi, halkın istemediği kararları alması, partinin tek sahibi gibi hareket etmesi mümkün değildir.
Ülkemizde güçlü yetkilerle donanan parti liderleri, istedikleri kişilere partinin en üst karar organlarında görev verebildikleri gibi, istedikleri kişileri milletvekili veya belediye başkan adayı yapabilmekte, istemedikleri kişileri de rahatlıkla partiden ihraç edebilmektedir.
Ülkemizde siyasetçi olmak isteyen insanlar, üyesi olduğu partinin liderinin her dediğini onaylamak, her istediğini yapmak, liderin yanlışlarını görmezden gelmek, yeri geldiğinde liderin yaptığı yanlışları doğruymuş gibi savunmak zorunda kalabilmektedir. Ülkemizde çeşitli alanlarda başarısını ispat etmiş, halkın güvenini ve saygınlığını kazanmış pek çok bürokrat, akademisyen, gazeteci veya sanatçı, parti liderlerinin yaptığı yanlışlara ortak olmamak için siyasetin kirli ortamından uzak durma ihtiyacı hissetmektedir.
Bizler, kalitesini ispat etmiş insanları siyasete kazandıramadığımız, siyaset yapması sakıncalı olanları da siyaset sahnesinde uzaklaştıramadığımız sürece ülke sorunlarının zamanında çözülmesini beklememiz gerçekçi olmayacaktır.
SPK’da Yapılması Gereken Değişiklikler
Demokratik sistemlerde siyasi parti liderleri ve yöneticileri “parti içi seçimlerle” belirlenmektedir. Ülkemizde de istisnai durumlar dışında parti liderlerinin ve yöneticilerinin seçimle işbaşına gelmesi esası benimsenmiştir. Parti genel başkanının, partinin merkez karar ve yönetim kurulu ile merkez disiplin kurulu üyelerini delegeler seçmektedir. Delegelerin bir kısmı parti içi seçimle göreve gelirken, diğer kısmı tabii delegelerden oluşmaktadır. SPK’ya göre; seçilmiş delegeler, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının iki katından fazla olmamak kaydıyla, parti tüzüğünde gösterilen şekilde ve sayıda il kongrelerince seçilen delegelerden oluşur. Parti genel başkanı, merkez karar ve yönetim kurulu ile merkez disiplin kurulu ve partinin üyesi olan bakanlar ve milletvekilleri de tabii delege sayılmaktadır. Parti tüzüğünün, liderler ve parti yöneticileri tarafından hazırlanması nedeniyle, parti liderinin ve yöneticilerinin ne şekilde seçileceği de yine aynı kişiler tarafından hazırlanan parti tüzüğüyle belirlenmektedir. Ayrıca SPK’da yapılan düzenlemeyle parti yöneticilerinin tabii delege olarak kabul edilmesi, liderlerin yeniden seçilmesini kolaylaştırmaktadır. Parti tüzüklerinin antidemokratik bir şekilde yapılmasını engelleyecek bir yaptırım da bulunmamaktadır. Kanunun tanıdığı bu imkânı sonuna kadar kullanan parti liderleri de kendilerini tekrar tekrar lider seçtirecek sistemleri tüzüklerine koymaktadır.
Delegeler tarafından seçilememe ihtimalini göz önünde bulunduran liderler, partide üst düzey görevlere atama yaparken, kendilerine büyük kurullarda oy verecek kişileri getirmektedir. Büyük kurulda mevcut lidere oy vermeme ihtimali bulunan delegeye, parti yönetiminde görev verilmemektedir. Parti liderleri ile delegeler arasında bir nevi danışıklı dövüş söz konusudur. Mecliste bizleri temsil eden partilerin içerisinde bugüne kadar delegeler tarafından genel başkanlık koltuğundan indirilen bir parti lideri görülmemiştir. Meclisimizde bizi temsil eden partilerin içerisinde bugüne kadar liderlerin delegelerle değiştirilmesi, bir önceki liderin ölümü, cumhurbaşkanı seçilmesi veya kaset skandalına karışması sonucunda gerçekleşmiştir.
Kemikleşmiş Oylar
Tabii delege sistemi, delegelerin parti içi seçimlerle lideri koltuğundan indirme ihtimalini bertaraf edilmiştir. Parti liderlerini koltuğundan edecek bir başka tehdit ise halk seçimlerinde beklentilerin çok altında oy alarak hezimete uğramaktır. Halk seçimlerinde iktidara gelemeseler de istikrarlı bir şekilde belirli bir oy oranını yakalamak, ülkemizdeki liderler için son derece önemlidir. Halk seçimlerinde yüzde bir civarında oy alsalar da partilerinde yıllarca genel başkanlık yapan pek çok parti lideri bulunmaktadır. Seçimlerde oy oranının bir miktar düşmesi, liderler tarafından istifayı gerektirecek bir sorun olarak görülmemektedir. Ancak oyların büyük bir bölümünün kaybedilmesi durumunda, partinin dağılma, liderin saltanatının da sona erme tehlikesi doğmaktadır. Bu tehlikeyi azaltmanın ya da ortadan kaldırmanın yolu da kemikleşmiş oylara sahip olmaktır. Kemikleşmiş oylar, her seçimde aynı partiye oy veren seçmenlerin oyunu ifade etmektedir. Bir partinin halk seçimlerinde büyük oranda oy kaybetmesini önleyecek kemikleşmiş oylara sahip olmasının en kolay yöntemi bir ideolojiye sahip olmaktır. Partinin bu ideolojiye hizmet etmesi, parti üyelerinin ve seçmeninin de aynı ideolojiyi sıkı bir şekilde desteklemesi ve savunması ile mümkündür.
Parti içinde ağırlıklı olarak tabii delege sistemini uygulayarak genel başkanlığı garanti altına alan liderler, kemikleşmiş oylarla da partilerindeki geleceklerini tam anlamıyla güvence altına almaktadırlar. Halk seçimlerinde Meclise girecek çoğunluğu bulamasalar da seçmenlerinin umutlarını söndürmeyecek ve bir sonraki seçimlere kadar seçmenin umutlarını diri tutmaya yetecek sayıda oy alabilen liderler partideki saltanatını da sürdürebilmektedir.
Liderler tarafından bir ideoloji belirlendikten sonra yapılacak iş, o ideolojiyi benimseyen insanları partide toplamak, diğer ideolojilere mensup insanları da dışlamak veya düşman olarak görmektir. Bu ayrıştırma süreci sonunda, partiyi destekleyen seçmenlerin diğer partilere oy vermesi de engellenmiş olmaktadır. Yıllarca aynı seçmenlerin oyunu alan siyasetçiler, kemikleşmiş oylar sayesinde partilerinde saltanatlarını uzun yıllar sürdürebilmektedir.
İdeolojik Ayrışma
Toplumumuzda belirli ideolojileri savunan insanların dışında, ideolojik çatışmaların uzağında duran milyonlarca insan bulunmaktadır. Günlük hayatın akışı içerisinde ideolojik tartışmalara girmeyen farklı dine, dile, ırka veya yaşam tarzına sahip insanlar bu topraklarda yüzlerce yıl huzurlu bir şekilde yaşamaktadır. Ancak birbiriyle uzlaşma içerisinde yaşayan insanlar, Mecliste yer alan siyasetçiler tarafından ideolojik tartışmaların veya çatışmaların içerisine çekilmeye çalışılmaktadır. Çoğu zaman bu çatışmalar, siyasetçiler tarafından dava meselesi olarak görülmektedir. Geçmişte bu kadim Millet, Sağ-Sol, Kürt-Türk, Alevi–Sünni, Laik–Şeriatçı diye pek çok kez ideolojik olarak ayrıştırılmaya çalışılmıştır. Bu ayrışmalardan da daima siyasetçiler kazançlı çıkmıştır.
Kabul etmemiz gerekir ki ülkemiz toplumsal olarak kozmopolit bir yapıdadır. Türkiye pek çok ırktan, dilden, dinden ve mezhepten insanı barındırmaktadır. Ancak dünyada kozmopolit yapıdaki tek ülke yalnızca Türkiye değildir. Türkiye üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan süper güce sahip ülkelere bakıldığında, daha kozmopolit toplumlara sahip oldukları görülür. Bizden çok daha fazla kültürel çeşitliliğe sahip olan bu ülkeler, farklı kültürlere sahip insanların barış içinde bir arada yaşamalarına imkan verecek sistemleri sayesinde süper güç haline gelebilmiştir. Anadolu coğrafyasının içerisinde farklı kültürlere sahip insanları barındırıyor olması, her ne kadar siyasetçiler tarafından sorunların kaynağı olarak ifade edilse de, bir arada yaşamamıza ve sorunlarımızı en iyi şekilde çözmemize ve güçlü bir ülke olmamıza engel teşkil etmemektedir.
Toplumda insanların birbirini düşman olarak göreceği keskin bir ayrışma söz konusu değilken, 20. Yüzyıldan itibaren ülkemizde siyasetçiler tarafından yaratılan ideolojilerin toplumu ayrıştırmaya çalışması bize bir gerçeği de göstermektedir. İdeolojik ayrışmaların aslında suni bir ayrışmadan ibaret olduğu gerçeğidir.
İdeolojilerin suni temele dayandırılması, zamanla bu temelin sarsılmasına da neden olmuştur. Farklı ideolojilere sahip partiler arasında siyasetçi transferleri bunun en güzel örneğidir. Son yıllarda milliyetçi ideolojiye sahip siyasetçiler sosyal demokrat partilere, laik siyasetçiler de muhafazakar partilere transfer edilebilmektedir. Bu örnekler, ideolojilerin geçmişte toplumun yararı için oluşturulmadığını, tamamen liderlerin siyasi saltanatlarının sürdürülebilmesi için birer araç olduğunun kanıtıdır. Farklı ideolojilere sahip partiler arasında yaşanan bu transferlerin altında yatan neden ise parti içerisindeki siyasetçilerin liderleriyle çıkar çatışması içine girmesidir. Liderle çıkar çatışması yaşayan partililer, karşıt görüşte bulunan siyasi partilerin cazip tekliflerini kabul ederek parti değiştirebilmektedir. Burada ilginç olan şey ise parti değiştiren siyasetçilerin eski partilerinde yıllarca savundukları ideolojilere, yeni partilerinde düşman olabilmeleridir.
SPK’nın verdiği sınırsız yetkilerle lider kalmayı garantileyen parti liderleri, kemikleşmiş seçmen kitlesi ile halk seçimlerinde belirli bir oy oranını da garantilemektedir. Bu şekilde partideki tahtlarını sağlamlaştıran liderler ülke sorunlarına çözüm üretmek için kıyasıya bir yarış içine girmek yerine zamanlarının büyük bir bölümünü ideolojik polemiklere veya çatışmalara ayırmaktadır. Çözümsüz kalan ülke sorunları için yapılan tek şey, diğer parti liderlerini veya dış güçleri suçlamak, çözümsüzlükten de onları sorumlu tutmaktır.
Ülkemizde siyasetçiler, savundukları ideolojilerle toplumu derin çizgilerle ayrıştırırken, kendi ideolojisinden insanların yaptığı veya söylediği her şeyin doğru olduğuna, farklı ideolojiden insanlarınkinin de yanlış olduğu konusunda destekçilerini ikna etmişlerdir. Bu siyasetçiler, farklı görüşten seçmenlerin oylarını da almak için çabalamak yerine, sadece kemikleşmiş destekçilerinden oy almayı yeterli görmektedir. Bu şekilde sadece siyasi parti mensupları değil, onlara destek veren seçmen kitleleri de birbirine düşman hale getirilmeye çalışılmaktadır. Yaratılan düşmanca ayrışmadan kazançlı çıkanlar ise her zaman siyasetçiler olmaktadır.
Meclis’te bizleri temsil eden ve ülke menfaatleri söz konusu olduğunda hiçbir konuda uzlaşı sağlayamayan siyasi partilerin, sadece milletvekili maaşlarına zam yapılması gibi şahsi menfaatlerini ilgilendiren konularda fikir birliğine varmaları da partiler arasında yaşanan düşünce ayrılıklarının hiçbir gerçekçi temele dayanmadığının bir göstergesidir. Farklı düşünceden de olsa da sokakta güvenli bir şekilde bir araya gelebilen milyonlarca insan, günlük yaşamda birbirleriyle herhangi bir sorun yaşamazken, bu insanların temsilcisi olan milletvekillerinin Mecliste ülkede yaşayanların ortak geleceğini belirleyecek önemli konularda bir araya gelmekten çoğu zaman imtina etmektedir. Bu durum, siyasetçilerin gerçekte Milletin temsilcisi değil, kendilerini siyasete kazandıran parti liderlerinin birer temsilcisi olduklarının bir göstergesidir.
Halkı temsil etmek yerine liderleri temsil eden siyasetçiler, ülkenin gerçek sorunlarını gündeme getirerek bu sorunlara çözüm yolu bulmakta yetersiz kalmaktadır. Meclis’te yapıcı siyaset yerine çatışmacı anlayışın hâkim olması, ülke sorunlarını daha da kalıcı hale getirmektedir. Meclis’te halkın ihtiyaçları yerine, ideolojilere hizmet eden veya siyasetçilerin şahsi menfaatlerini ilgilendiren konularda yasal düzenlemelere ağırlık verildiğini belirtmiştik. Bu tür siyaset, halkın sorunlarına çözüm üretilmesini de geciktirmekte, sorunların katlanarak büyümesine yol açmaktadır. Siyasetçiler ise büyüyen sorunların kendilerinden kaynaklandığını kabul etmeyerek, sorumluluğu diğer partilere yüklemektedir.
Devletin Siyasi Gücü
Antidemokratik sistemlerde siyasetçiler güçlenirken, devlet siyasi gücünü yitirmektedir. Devletin siyasi gücü, milli menfaatleri ilgilendiren konularda farklı görüşlerden siyasi partilerin ortak karar alabilme kabiliyetini göstermektedir. Ülkenin menfaatleri söz konusu olduğunda siyasetçilerin bir araya gelmekten imtina etmesi, önemli konuların çözümsüz kalmasına, devletin de siyasi gücünün azalmasına neden olmaktadır. Siyasi gücü zayıf olan bir devlet, dış politikada da güç kaybedecektir.
Yeryüzünde ister krallık, ister cumhuriyet, isterse de diktatörlükle yönetilsin, bir devletin varlığını devam ettirmesi, ülkede çıkarılan kanunların halkın ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığına bağlıdır. Eğitimden sağlığa, ekonomiden adalete kadar pek çok alanda halkın ihtiyaç duyduğu kanunların çıkarılması, mevcut kanunların da zamanın getirdiği değişimlere uygun olarak yenilenmesi gerekmektedir. Kanunların en mükemmel şekilde çıkarılabilmesi için tüm siyasetçilerin siyasi karar alma mekanizmasına dâhil olması gerekir. Aksi halde toplumsal uzlaşıdan uzak olarak yapılan kanuni düzenlemeler, ülkenin gelişmesine engel olacaktır. Halkın ihtiyaçları yerine siyasetçilerin menfaatleri gözetilerek çıkarılan kanunlar (örneğin siyasetçilere rant sağlamak amacıyla imar kanununun düzenlenmesi veya birtakım insanların devletten ihale alabilmeleri için kamu ihale kanununun değiştirilmesi) ülke sorunlarını çözmeyeceği gibi, ülkeye güç kaybettirecektir.
Parti liderleri, partilerinde önemli yetkileri elde ederek konumlarını sağlamlaştırırken, ideolojik ayrışmalarla devletin siyasi gücünü zayıflatmaktadır. Yasama faaliyetlerine sadece iktidar partilerinin değil, muhalefet partilerinin de aktif olarak katılması, halkın yönetimde temsil edilebilmesi için son derece önemlidir. İktidar partilerinin yetersiz kaldığı noktalarda muhalefet partilerinin alternatif çözümler üretmesi, kanunların en iyi şekilde çıkarılmasını sağlamaktadır. Kanunların halkın ihtiyaçlarına uygun olarak yapıldığı ülkelerde muhalefet, iktidar partilerine itici bir güç oluşturmaktadır. Özellikle uluslararası politikada devletin bekası için tüm partilerin görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak ortak kararlar alabilmesi, bir devletin siyasi gücünün en önemli göstergesidir.
Demokratik ülkelerde yasama, yürütme ve yargı organları birbirinden bağımsız hareket etmektedir. Ülkemizde ise yasama ve yürütme görevleri tamamen iktidar partileri tarafından yerine getirilmektedir. Partilerin kontrolü liderlerin elinde geçtiğinde de iktidara gelen partinin lideri aynı zamanda yasama ve yürütmenin de kontrolünü eline geçirmiş olmaktadır. Yasama gücüne sahip olan liderler, çıkarılan kanunların halkın ihtiyaçlarını karşılayıp karşılaşmadığından ziyade, kendi ideolojilerine ve siyasi menfaatlerine hizmet edip etmediğine bakmaktadır.