Siyasette Rekabet
Siyasetimizde yıkıcı çatışmalara değil, yapıcı rekabete ihtiyaç duyulmaktadır. SPK değişikliğiyle parti içi seçimler zorunlu hale getirildiğinde, halkın denetim mekanizması işlemeye başlayacaktır. Parti içinde kurulacak denetim mekanizması, yapılacak kanunların halkın yararına olup olmadığının da denetlenmesinde en büyük görevi üstlenecektir. Siyasetçiler ideolojik kaygılarla veya kişisel menfaatler için kanun çıkarmak istediklerinde, parti tabanının denetimine takılacaktır. Halkın ihtiyaçlarını göz ardı ederek kendi çıkarları için hareket eden siyasetçiler, partinin geleceğine zarar vermemesi için, parti tabanı tarafından siyasetten uzaklaştırılacaktır. Siyasetçiler, kariyerlerine mâl olacak böyle bir davranış içerisine girmek yerine ülke sorunlarına odaklanacaktır. Kanunla zorunlu hale getirilecek olan denetim mekanizması sadece iktidar partileri değil, diğer tüm partilerde de uygulanacaktır. Denetim mekanizmasına sahip tüm partiler, ülke sorunlarına çözüm üretmede birbiriyle yarış içerisine girecek, böylece siyasette kıyasıya bir rekabet başlayacaktır.
Siyasette rekabet, ülke sorunlarının çözümüne olumlu katkılar sağlamaktadır. Rekabetçi ortamda partiler, halkın sorunlarını can kulağıyla dinlemekte, sorunlara gerçekçi çözüm yolları aramaktadır. Vatandaşların sorunlarına gerçekçi çözümler üreten partilerin sayısının artması, halkın güvenerek oy verebileceği alternatif parti sayısını da artırmaktadır.
Bugün vatandaşlarımızın halk seçimlerinde oy verirken yaptığı tercih, ehven-i şer olarak ifade edilmektedir. Ehven-i şer, kötülerin içinden iyiye en yakın olanını seçmek anlamına gelmektedir. Demokratik sistemler, halka iyilerin içerisinden en iyisini seçme imkânını sunar.
Radikal Partiler
Demokratik sistemlerde marjinal grupları temsil eden partiler de iktidarda yer bulabilmektedir. Ülkemizde genellikle rejim için tehlikeli olarak görülen marjinal partiler, demokratik ülkelerde rejime tehdit unsuru oluşturmamaktadır. Muhalefette radikal söylemlere sahip olabilen bu partiler, özellikle koalisyonlarla yönetilen ülkelerde hükümetlerde ufak çaplı da olsa yer bulabilmektedir. Radikal söylemleri her ne kadar rejim için tehdit oluşturmasa da bu söylemlerin iktidarda gerçekleştirilmeye çalışılması bir sonraki seçimde büyük çaplı oy kaybına neden olacaktır. Demokratik ülkelerde oy kaybı, parti tabanları tarafından hoş görülmemektedir. İktidara gelen radikal partilerde oy kaybına neden olacak davranışlarda bulunan siyasetçiler, parti tabanları tarafından siyasetin dışına itilmektedir. Bu durumu göz önünde bulunduran marjinal partilerin siyasetçileri de, muhalefette savundukları radikal düşünceleri iktidarda bir kenara bırakarak, temsil ettikleri marjinal grupların insani taleplerini yerine getirmekten öte bir hareket içerisine girmemektedir. Ülkemizde bu tür partilerin rejime tehdit unsuru olarak görülmesinin nedeni, temsil ettikleri kitlenin taleplerini değil, liderlerinin çılgınca taleplerini savunmalarından kaynaklanmaktadır. İktidarda yer almaları halinde çılgın talepleri gerçekleştirme isteğini frenleyecek parti içi denetim mekanizması da bulunmamaktadır.
Seçimlere Katılım Oranı
Ülkemizde hemen hemen her halk seçimleri sonrasında seçimlere katılım oranının gelişmiş ülkelere kıyasla yüksek çıkması, siyasetçiler tarafından ülke ve demokrasi adına gurur verici bir durum olarak algılanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde, seçimlere katılım oranlarının düşük olmasının sebebi, halkın güvenebileceği ve gözü kapalı oy verebileceği parti sayısının ülkemize oranla daha fazla olmasıdır. İktidara gelen partilerin yalnızca bir kesimin değil, halkın tamamının ihtiyaçlarını dikkate alması, seçmenlerin gelecek kaygısı taşımasını da önlemektedir. Seçim sonuçları konusunda kaygı taşımayan seçmenler de seçimlere katılım oranını düşürmektedir.
Ülkemizde seçmenlerin büyük bir kısmı, oy verdikleri partileri aynı zamanda ideolojik olarak da desteklemektedir. İdeolojik siyaset, babadan oğula geçen kemikleşmiş particilik anlayışını da beraberinde getirmektedir. Bu anlayışla hareket eden seçmenler, oylarına sahip çıkmayı ve diğer partilerin kazanmasına engel olmayı son derece önemsemektedir. Destekledikleri parti dışında bir başka partinin iktidara gelmesi halinde, kötü yönetilme korkusu içerisine giren seçmenler, seçimlere katılım oranını da yükseltmektedir.
Parti İçi Demokrasi
SPK’da yapılacak değişiklikle tüm partilerde “parti içi demokrasi” mekanizması işlemeye başlatıldığında, partilerdeki suni ideolojik kamplaşmalar sona erecektir. Parti içi demokrasinin uygulanması, siyasi partilerde liderlerin değil parti tabanının sözünün geçtiği anlamına gelmektedir. Demokratik ülkelerde siyasi partiler, siyasetlerini ideolojilere göre değil, halkın gerçek ihtiyaçlarına göre belirlemektedir. SPK değişikliğiyle ülkemizde Irk, din veya mezhep ayrımcılığından beslenen siyasetçiler siyaset sahnesini terk edecek, yerlerine gelen siyasetçiler ise siyasete kazandırılacak rekabetçi ortamda tamamen halkı temsil etmeye başlayacaktır. Ayrıştırıcı ideolojik siyasetin sona ermesi, toplum içerisinde suni olarak yaratılan ırk, din, dil veya mezhep ayrımcılığını da ortadan kaldıracaktır. Siyasetçiler şahsi menfaatlerini bir kenara bırakacak, kısır tartışmalarla değil tamamen halkın sorunlarına çözüm üreterek, partilerinin bir sonraki seçimde daha fazla oy alması için çabalayacaktır. Halk seçimlerinde iktidara gelemeyen veya bir önceki oy oranını artırmayı başaramayan siyasetçilerin siyasete devam etmesinin de cazibesi kalmayacaktır. Partiler arası rekabet, doğrudan parti içi rekabeti de etkiyecek, başarısız olan siyasetçilerin yerini yenileri alacaktır. Seçimlerde başarısız olan ancak bir sonraki seçimde yeniden aday olmakta ısrar eden siyasetçilerin, parti içi seçimlerde parti tabanının süzgecinden geçmeleri ve yeniden aday olabilmeleri zorlaşacaktır.
Koalisyonların Başarısızlığının Nedeni
Demokratik ülkelerde partilerin amacı, en kısa sürede (koalisyonlar da olsa) iktidara gelmek ve oy istedikleri kitleyi en iyi şekilde temsil ederek ve sorunlara en güzel şekilde çözüm yolu bulmaktır. Demokratik bir ülkede koalisyonda yer almak, tek başına iktidara gelecek oyu alamayan partiler için bulunmaz bir fırsattır. Hükümette kısıtlı da olsa görev alan küçük partiler, kendi hazırladıkları programların halkın sorunları için en iyi reçete olduğunu ispat etmek için bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirerek bir sonraki seçimde oylarını daha da artırmak istemektedir. Avrupa’da birçok ülke koalisyonlarla başarılı bir şekilde yönetilirken ülkemizde koalisyonların başarılı olamamasının temel nedeni, parti liderlerinin sürdürdükleri sultanın koalisyonlarla sona ermesinden korkmalarıdır.
Koalisyon hükümetlerinde sınırlı da olsa görev alabilecek sayıda oy toplayan partilerin, hükümeti dışarıdan desteklemesi veya muhalefette kalmak istemesi demokratik ülkelerde fazla rastlanan bir durum değildir. Ülkemizde ise partiler yeterli oy oranına sahip oldukları halde hükümetleri ya dışarıdan desteklemeyi ya da muhalefette kalmayı tercih etmektedir. 2017’ye kadar ülkemizde uygulanan parlamenter sistemde koalisyonlar çok zor kurulmakta, kurulanlar da en kısa sürede ülkeyi erken seçime götürmekteydi. Günümüzde uygulanan Cumhurbaşkanlığı sisteminde ittifaklar kurulmakta, ancak ittifakı oluşturan partiler hükümette yer almak yerine hükümeti dışarıdan desteklemeyi tercih etmektedir.
Kemikleşmiş oylarla siyasi saltanatını sürdüren liderler için koalisyonda yer almak riskli bir davranış olarak görülmektedir. Siyasi partilerin büyük bir bölümü, ülke sorunları için çözüm üretmek yerine ideolojik tartışmalarla siyaset yapmayı tercih etmektedir. Halka hizmet etmek yerine ideolojik çıkarlarına odaklanan siyasetçilerin, iktidarda görev almaları halinde başarısız olmaları da kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu başarısızlığı öngörebilen parti liderleri, hükümette görev alarak kemikleşmiş oyları kaybetmek yerine iktidarda sorumluluk almaktan kaçınmayı tercih etmektedir. Hükümeti dışarıdan destekleyen veya muhalefette kalmayı tercih eden parti liderleri, partilerinin yıpranmasını da önlendiklerini düşünmektedir.
İdeolojik Siyasetin Ülkeyi Bölme Tehlikesi
İdeolojilerini, yarattıkları korku ortamında besleyen siyasetçiler küresel ısınma, çevre sorunları, yapay zeka, nano-teknoloji, yenilenebilir enerji gibi toplum için önemli olan somut gerçekleri gündeme getirmek yerine dış güçler, irtica, devletin bekası, derin devlet gibi gerçekliği ispatlanamayan soyut konuları tartışmakla zaman kaybetmektedir. Devletin içerisinde gizli bir yapılanma veya faaliyet yürütme isteği toplumun içerisindeki belirli gruplarda zaman zaman görülebilir. Rejimi tehdit eden bu grupların devlete sızmasının tek yolu siyasi partilerdir. Parti içi demokrasinin olmadığı siyaset sistemlerinde bu tür sızmaların denetlenmesi ve önlenmesi zorlaşmaktadır. Rejime tehdit oluşturabilecek kişilerin siyasete girmesini önleyebilecek tek mekanizma parti içi denetimdir. Gelişmiş ülkelerde parti içi denetim kusursuza yakın olarak yapılmaktadır. Parti içi denetim mekanizmasına sahip olmayan ülkelerde siyasetin dışında kalması gereken insanlar rahatlıkla ülke yönetiminde söz sahibi olabilmektedir.
Kozmopolit toplumlara sahip demokratik ülkelerde din, dil, ırk, mezhep farklılıkları kültürel zenginlik olarak görülmekte iken, ülkemizde siyasetçiler tarafından ideoloji malzemesi yapılarak tehdit unsuru olarak görülmesi, ülkemizin bölünme tehlikesini doğurmaktadır. Ülkemizde siyaset, birbirinden ideolojik olarak kalın çizgilerle ayrışmaya çalışan siyasi partiler tarafından yapılmaktadır. Kendi ideolojilerini iktidarda temsil etmek isteyen bu siyasetçiler, diğer ideolojileri destekleyen insanları ülke için tehdit olarak görmektedir. Demokratik ülkelerde toplumun farklı kesimleri, ideolojik ayrışma için gerekçe yapılmamaktadır. Örneğin, ABD yönetiminde söz sahibi olmuş partilerin içerisinde zencileri rejim için bir tehdit unsuru olarak görerek siyasetten dışlayan bir siyasi parti bulunmamaktadır. Mevcut partilerde rahatlıkla görev alabilen zenciler de sadece kendilerinin üye olabildiği bir parti kurarak iktidarı ele geçirme çabası içine girmemektedir. Aynı durum ABD’de yaşayan Yahudi, Müslüman, Hindu, Çinli ve diğer azınlık gruplar için de geçerlidir. Bu gruplar arasında ideolojik siyasetin yürütülmesi, Türkiye’den daha kozmopolit bir yapıya sahip olan ABD’yi rahatlıkla bölünmenin eşiğine getirecektir. Benzer durumu Almanya, İngiltere ve Fransa gibi kozmopolit ülkeler için de söyleyebiliriz. Örneğin Almanya’da 3,5 milyonu Türk olmak üzere, farklı ülkelerden gelerek sayıları zamanla artan 18 milyon insan yaşamaktadır. Alman nüfusunun neredeyse 4’te birini yabancı kökenli insanlar oluşmaktadır. Buna rağmen, rejime tehdit oluşturacak unsurların Türkiye’ye kıyasla Almanya’da daha az görülmesinin sebebi, farklı kültürlere sahip insanların devlet için birer tehdit değil, kazanım olduğunu kabul etmeleridir. Bu ülkelerde rejime gerçekten tehdit olabilecek insanlar da parti içi demokrasi mekanizması sayesinde siyasi partilerden dışlanmaktadır.
Vatandaşların ülke yönetiminde tam anlamıyla temsil edildiği ve toplum içerisindeki kültürel farklılıkların devlete tehdit unsuru olarak görülmediği gelişmiş ülkelerde, hangi kökenden olursa olsun vatandaşların barış içerisinde yaşaması ve ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda sağlaması mümkün hale gelmektedir. İdeolojik olarak kamplaşmak isteyen gruplar da halktan destek bulamadıkları için ülke yönetiminde söz sahibi olamamaktadır. Burada bir ayrıntıdan da bahsetmek gerekiyor. Bu ülkelerde kültürel farklılıklara sahip vatandaşlar arasındaki zaman zaman çatışmaların yaşanmadığını söyleyemeyiz. ABD’de Beyazların Zencilerle çatışmasını, Almanya’da Türklere yaşama hakkı verilmesini istemeyen radikal Alman gruplarını örnek olarak verebiliriz. Ancak bu ülkelerde yaşanan ırkçı çatışmalar, siyasetçilerin siyasi saltanat sürdürebilmeleri için hiçbir zaman ideoloji malzemesi haline getirilmemektedir. Aksi halde bizden daha kozmopolit olan bu toplumların parçalanıp bölünmesi kaçınılmaz olacaktır.
Ülkeleri bölünmenin eşiğine getirebilen ideolojik siyasetin ülkemizdeki en çarpıcı örneği, Güneydoğu’da yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden yapılan siyasettir. Her ne kadar askeri operasyonlarla Bölge’de terör bitme noktasına getirilmiş olsa da Güneydoğu’da kan ve gözyaşının uzun yıllar eksik olmamasının en büyük sebebi de geçmişte hükümetler tarafından uygulanan ideolojik siyasettir. İdeolojik siyasetin Bölge’deki sonuçlarından biri uzun yıllar terörle mücadele olsa da en önemli sonucu bu coğrafyada yaşayan insanlarda bağımsız bir devlet kurma isteği oluşturmasıdır. Yabancı devletlerin manipülasyonlarıyla bağımsız bir Kürt devleti kurma ideali ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmiştir. Güneydoğu’da terörden arındırılan yerleşim yerlerinde Devlet’in yaptığı yatırımlarla huzurlu yaşamın emareleri görünmeye başlansa da bu durum, Kürt kökenli vatandaşlarımızın bağımsız bir devlet kurma ideallerinin azalmasında çok fazla etkili olmamıştır.
SPK’da yapılacak değişiklikle ideolojik siyasetin tarihe karışması, aynı zamanda Güneydoğu’da yaşanan sorunların da kendiliğinden çözülmesini sağlayacaktır. Kanun değişikliğinin bu sorunlara nasıl çözüm olacağını anlayabilmek adına Türkiye’nin bir an için gelişmiş ülkeler seviyesine çıktığını hayal etmek yeterli olacaktır. Kişi başı milli gelirin 25.000 Dolar’ın üzerine çıktığı, işsizliğin yok denecek kadar azaldığı, enflasyonun %1’ler civarında gezindiği, çarpık kentleşmenin ve doğal afetlere dayanıksız yapılaşmanın yerini düzenli ve çevreye duyarlı şehirleşmeye bıraktığı, çevre kirliliğine ve atık yönetimine son derece önem verilen, insanların yaz tatilini hangi ülkede geçireceklerinin planlarını yaptığı, birden fazla yerli otomobil fabrikasının faaliyet gösterdiği, cep telefonu veya bilgisayar gibi pek çok teknoloji ürünün üretildiği fabrikaların bulunduğu, kimyadan mikrobiyolojiye, nano-teknolojiden, yazılım sektörüne kadar çok uluslu pek çok şirkete sahip olduğumuz, çalışanların haklarını şu anki duruma göre fazlasıyla aldığı, diline, ırkına, teninin rengine veya mezhebine bakılmaksızın devlet kadrolarında kayırılanların değil hak edenlerin iş bulabildiği, ekonomiden adalete, sağlıktan eğitime kadar fırsat eşitliklerinin sağlandığı, bölgesel gelişmişlik farklılıklarının ortadan kalktığı bir Türkiye hayal edelim. Türkiye bu seviyeye ulaştığı andan itibaren, Kürt kökenli vatandaşlarımızın ayrı bir devlet kurma ihtiyacı da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Böyle bir ülkede yaşayan vatandaşlar ister Kürt kökenli olsun ister farklı kökene sahip olsun, devletin üniter yapısının bozulmaması için ellerinden geleni yapacaktır. Siyaset reformu gerçekleşmediği takdirde de bugün Kürt vatandaşlarımızla yaşanan sorunların yarın Suriye kökenlilerle veya Afgan kökenlilerle yaşanmamasının hiçbir garantisi bulunmamaktadır.
Siyasetçinin Kaybettiği Saygınlığını Yeniden Kazanması
Demokratik ülkelerde siyasetçiler yeri geldiğinde acımasızca eleştirilse de, toplum genelinde saygı görmekte ve onurlu bir görevi yerine getirmektedir. Halkın tam olarak temsil edilemediği devletlerde siyasetçiler toplum içerisinde saygınlığını yitirmektedir.
Ülkemiz siyasetinde parti tabanları tarafından aday gösterilmek istenmeyen kişiler, parti liderleriyle yakın ilişkileri sayesinde aday olabilmekte, kemikleşmiş oylarla uzun yıllar siyaset sahnesinden gitmemektedir. Halkın tercih ettiği kişiler yerine, liderlerin belirlediği kişilerin siyasete girmesi, siyasetin ve siyasetçinin saygınlığını azaltmaktadır.
Batı demokrasilerinde siyasi partiler, toplumun içinde siyaset yapmaya en ehil kişinin tespit edilerek siyasete kazandırılmasında büyük görevler üstlenmektedir. Belediye başkanlığı veya milletvekilliği gibi halk seçimlerinde aday olmak isteyen kişlerin, adaylığa ehil olup olmadığının tespitini en iyi parti tabanları yapabilir. Ülkemizde Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Ermeni, Süryani hangi dile, dine veya mezhebe mensup olursa olsun halkın sevgisini ve güvenini kazanmış insanlar mutlaka bulunmaktadır. Bu insanların içerisinde devlet yönetmeye ehil olan insanlar bulunabileceği gibi siyaset yapması sakıncalı olanların da bulunması kaçınılmazdır. Bu durum sadece ülkemiz için değil, dünya üzerinde bulunan tüm toplumlar için geçerlidir. SPK ile kurulmuş olan siyaset düzeninde, siyasetçiler arasında ehil olan-ehil olmayan ayrımı, parti ideolojisine yapılan katkıya ve parti liderine olan sadakate göre belirlenmektedir. Demokratik bir ülkede siyasetçiler liderler tarafından değil, parti tabanları tarafından belirlenmelidir. Halkın içerisinden seçilerek devlet yönetimine aday olan bir siyasetçi ne kadar saygınsa, halkın tercihini göz ardı edilerek liderler tarafından aday yapılan siyasetçiler de halk nezdinde o kadar itibarsız olacaktır.
Demokratik Olmayan Siyasetin Dış Güçlerle İlişkisi
Dış güçleri, insan vücuduna zarar veren bir enfeksiyona benzetebiliriz. Vücutta meydana gelen bir yara, çevrede pek çok zararlı bakterinin bulunması nedeniyle nasıl enfeksiyona açık hale geliyorsa, halkın ihtiyaçları yerine kendi menfaatlerini gözeten siyasetçiler de ülkeyi dış güçlerin manipülatif müdahalelerine açık hale getirmektedir.
Dünya üzerinde bir ülkenin kalkınmasını ve gelişmesini istemeyen, yeri geldiğinde de yeryüzünden silinmesi için çalışan dış aktörler her zaman olabilir. Bu aktörler bazen düşman devletler olabileceği gibi bazen de ekonomik güce sahip lobiler olabilir. Dış güçler, niyetlerini açıkça belli edebileceği gibi, gizli bir faaliyet de yürütebilir. Avrupa’nın ortasında kalmış düşmanı olmayan bazı mikro devletleri saymazsak, hemen hemen her devletin bir düşmanı bulunmaktadır. ABD’nin Rusya, Çin, ve İran; Güney Kore’nin Kuzey Kore; Hindistan’ın Pakistan; İran’ın ABD, Irak ve İsrail; gibi yıllardır mücadele içinde oldukları zaman zaman sıcak çatışmaya da girebildiği düşmanları bulunmaktadır. Kozmopolit bir topluma sahip ülkemizin stratejik coğrafi konumunun da etkisiyle birden fazla düşmana sahip olması doğal karşılanmalıdır. Ülke menfaatleri söz konusu olduğunda birlikte hareket etmekten ve birlikte karar almaktan kaçınan siyasi parti liderleri, uzlaşmaz tavırlarıyla ülkeyi yabancı ülkelerin manipülatif müdahalelerine de açık hale getirmektedir.
Meclis’te yasama faaliyetini yürüten partiler, ülke sorunlarını çözmede yetersiz kaldıklarında birbirlerini dış güçlerle ilişki kurmakla suçladığına çoğu zaman şahit oluruz. Bir siyasetçinin dış güçlerle işbirliği yaptığını iddia etmek ne kadar kolay olsa da ispatlaması da o kadar zordur. Bir siyasetçinin dış güçlerle ilişkisinin ispatlanamaması, o siyasetçinin dış güçlerle ilişkisinin olmadığı anlamına da gelmemektedir. İktidarı zayıflatmak amacıyla dış güçlerle işbirliği yapmak isteyen siyasetçiler geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacaktır.
Demokratik olmayan ülkelerde kendi siyasi menfaatlerini halkın menfaatlerinin üstünde gören siyasetçiler, siyasi gelecekleri tehlikeye girdiğinde dış güçlerden yardım almakta sakınca görmeyebilir. Tarihte dış güçlerle ilişki kuran muhalif siyasetçilere her dönem rastlanmıştır. Dış güçlerden gelecek tehdidi azaltmanın yolu ise siyasette birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Uzlaşmacı siyaset için siyasetçilerin kendi şahsi menfaatlerini bir kenara bırakıp, tamamen halkın çıkarları için çalışması gerekir.
SPK değişikliğiyle kendilerini rekabetçi bir ortamda bulacak olan siyasetçiler, liderlerine hesap vermek yerine halka hesap verir hale gelecektir. Liderler yerine halka hesap veren siyasetçiler, ülkenin ortak menfaatlerinde uzlaşmaz tavır almaktan vazgeçecek, ülke menfaatleri gerektirdiğinde diğer partilerle ortak karar alabilir hale gelecektir. Kendi menfaatlerini ülke menfaatlerinin üzerinde tutarak uzlaşmaz bir tavır alan siyasetçiler de tabanları tarafından tepkiyle karşılanacak ve en kısa zamanda partideki görevine son verilecektir. Siyasetçilerin ülke menfaatlerinin aleyhinde karar alması engellendiğinde, dış güçlerin manipülatif müdahaleleri bitme noktasına gelecektir.
Bürokrasi
Bir ülkenin iyi yönetilebilmesi için kanunların zamanında ve kusursuza yakın bir şekilde çıkarılmasının veya güncellenmesinin önemine değinmiştik. Kanunların kusursuza yakın olması için yasama üyeleri olan milletvekilleri ile devletin üst düzey yönetici tabakasını oluşturan bürokrasinin uyumlu bir şekilde çalışması gerekir. Devletin özel sektörle birlikte ekonomik kalkınmaya gerçekleştirmesinde en önemli itici gücü bürokrasidir. Bürokrasilerin görevi, hükümette yer alan partilerin programlarını kanunlara uygun bir şekilde hayata geçirmektir. Ülkemizde siyasetçiler zamanlarının büyük bir bölümünü siyasi polemiklere ve kısır tartışmalara ayırmakta, bürokrasinin de verimli çalışmasını engellemektedir. İktidara gelen partilerin siyasetçileri sorunlara çözüm yolu aramak, bulunan çözüm yollarını da bürokrasi ile beraber uygulamak yerine, devlet kadrolarının doldurulması konusunda adeta iş bulma kurumu gibi çalışmaktadır. İktidara ideolojik anlamda destek verenlerin kişilerin devlet kadrolarına yerleştirilmesi, siyasetçilerle ortak çalışan bürokratların da temel görevi haline gelmiştir.
Şu an ülkemizde uygulanan Cumhurbaşkanlığı sisteminden ziyade SPK’da yapılan antidemokratik düzenlemeler, ekonomik kalkınmamızın da önünde en büyük engeldir. Siyasetçilerin ekonomik sorunlara çözüm üretmesi için öncelikle bürokratlardan yararlanması gerekir. Proje üretmek yerine devlette kadrolaşmaya ağırlık verilmesi, ekonomik sorunları çözümsüz bırakmaktadır. Devlette proje üretmek yerine kadrolaşmaya ağırlık verilmesinin hesabını parti liderlerine soracak bir mekanizma mevcut değildir. Siyasetçiler hesapsızca yürüttükleri tüm bu faaliyetlerin hesabının sandıkta halk tarafından sorulmasını isterler. Ancak bilinmelidir ki, demokrasilerde hesap sorma yeri halkın önüne gelen sandık değil, siyasi partilerde üyelerin önüne gelen sandıktır.
Demokratik ülkelerde tüm partiler, parti içi denetim mekanizması sayesinde siyasi kadrolaşmayı gündemlerinden çıkartmıştır. Ülkemizde devlet kadrolarının doldurulmasında liyakat yerine sadakat anlayışının yerleşmesi, kamu kurumlarının verimsiz çalışmasına neden olmaktadır. Ayrıca devlet kadrolarına ideolojik kaygılarla ihtiyaç fazlası atamaların yapılması, kamu kaynaklarının israfına, ekonominin de zayıflamasına yol açmaktadır. Ekonominin kötü gidişatından rahatsızlık duymayan iktidar partileri, uyguladıkları politikaların doğru olduğuna, ekonomik krizlerin müsebbibinin dış güçler ve muhalefet partilerinin olduğuna halkı inandırmaya çalışmaktadır. Derin ekonomik krizler sonrasında yapılan halk seçimlerinden sonra ülkede kaos ortamının oluşma riski de siyasetçiler tarafından göz ardı edilmektedir.
SON SÖZ
19. Yüzyılda kölelik sisteminin, 20. Yüzyılda da sömürgeciliğin yer yüzünden silindiği söylense de süper güce ulaşmış devletler sahip oldukları çok uluslu şirketler aracılığıyla, az gelişmiş ülkelerde yaşayan toplumlar üzerinde kölelik ve sömürgecilik sistemini farklı bir boyutta uygulamaya devam etmektedir. Teknolojik ürünlerle milyarlarca insanı ekonomik anlamda kendilerine bağımlı hale getiren çok uluslu şirketler, hammadde ihtiyacının bir bölümünü zengin maden yataklarına sahip Afrika ve Güney Amerika ülkelerinden karşılamaktadır. Geçimini tamamen maden yataklarından sağlayan insanların, açlık sefalet içerisinde yaşaması ve silahlı grupların tehdidi altında insanlık dışı koşullarda çalıştırılması, köleliğin yeryüzünden silinmediğinin, günümüzde farklı bir şekilde varlığını sürdürdüğünün kanıtıdır.
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Türk toplumunun yaşadığı en büyük sorunlardan biri olan ve Kurtuluş Savaşı sonrası tarihin karanlık sayfalarında bıraktığımızı düşündüğümüz kapitülasyonlar da, bugün farklı bir şekle bürünerek karşımıza çıkmaktadır. Pandemi döneminde vatandaşlarımızın sokağa çıkması yasaklanırken yabancı turistlerin ülkemizde serbestçe dolaşım hakkı elde etmesi, günümüzde kapitülasyonların vatandaşlarımız üzerinde maskelenmiş bir şekilde uygulandığının bir göstergesidir.
Yabancı devletlerin ekonomik hegemonyasından kurtulamayan devletler tam bağımsızlığını elde etmiş sayılamazlar. Süper güçlerin ekonomik hegemonyası altına girmiş bir devletin bu durumdan kurtulmasının tek çaresi, eşitlikçi ve adaletli bir yönetim sistemine sahip olmasıdır. Halkları homojen olan Güney Kore ve Japonya gibi istisnai gelişmiş Uzak Doğu ülkelerini istisna olarak kabul edersek, Türkiye gibi kozmopolit ülkeler için günümüzde eşitliği ve adaleti sağlayacak en iyi yönetim biçimi demokrasidir.
Türkiye’nin yabancı devletlerin ekonomik hegemonyasından kurtulabilmesi için halkın yönetimde söz sahibi olduğu demokratik bir yönetime geçmesi şarttır. Atatürk’e ait olan “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Milletindir” sözü, demokrasiyi ifade etmektedir. Ancak bu söz ülkemizde ne yazık ki ilk söylendiği günden beri tam olarak hayata geçirilememiştir. Hâkimiyet her dönem siyasi liderlere ait olmuştur. Halkın istek ve ihtiyaçları iktidara gelen parti liderlerinin inisiyatifine göre karşılanmış, hak ve özgürlükler, liderlerin izin verdiği ölçüde halka tanınmıştır. Demokrasi kelimesi, Yunancada halk anlamına gelen “demos” ile iktidar anlamına gelen “kratos” kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır ve “halk iktidarı” anlamına gelmektedir. Halkın istek ve ihtiyaçlarının tam anlamıyla karşılanamadığı, hak ve özgürlüklerinin yöneticilerin keyfine göre kısıtlandığı ülkelerde demokrasinin varlığından söz edilemez.
Dünya üzerinde her insan, gelişmiş ülke vatandaşlarına sağlanan sağlık, adalet, eğitim, kültür ve sanat, sosyal güvenlik, maddi ve manevi kişiliğine dokunulmazlık, seyahat, basın, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklere sahip olmayı sonuna kadar hak etmektedir. Temel hak ve özgürlüklerin yöneticilerin keyfi uygulamalarıyla kısıtlanmaması için insanların eşitlikçi ve adaletli bir yönetim sistemiyle yönetilmesi şarttır. Türkiye Cumhuriyet Devleti, tek bir hükümdarın hak ve özgürlükleri istediği gibi kısıtlayabildiği monarşik bir devlet değildir, ancak halkın temsilinin tam anlamıyla sağlandığı demokratik bir ülke de olamamıştır. Türkiye, siyasetçilerin başarısız da olsa siyasette kalabildiği, bu sayede çevrelerinde kümelenmiş oligarşik yapıların da desteğiyle uzun yıllar ülke siyasetine egemen olduğu bir ülkedir. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, Türkiye’deki mevcut siyaset sistemi, demokratik sistemlerden ziyade sadece belirli zümrelerin ülkeyi yönettiği oligarşik sistemlere benzetilebilir.
Ülkemizde kurulan oligarşik düzende yürütülen ideolojik siyaset, günlük hayatta sorunlarımızın çözülmesini engelleyen en büyük faktördür. Muhalefet partilerinin proje üreterek iktidar partilerine itici güç oluşturamaması, sorunların bir boyutunu oluştururken, diğer boyutunu da iktidar partilerinin uygulamaları oluşturmaktadır. Türkiye’de halkın öncelikli ihtiyaçlarını bir kenara bırakan iktidar partileri, ülke sorunları için proje üretirken öncelikle oligarşik yapıların taleplerini dikkate almaktadır. Fizibilitesi olmayan pek çok proje, iktidar partilerinin kamu kaynakları ve bürokrasi üzerindeki manipülatif müdahaleleri ile uygulanabilir hale getirilmektedir. Geçmişte il ve ilçelerin ihtiyacının çok üzerinde kapasiteyle yapılan kütüphane binaları, liseler, halk eğitim merkezleri, kültür merkezleri, halkın eğitim ve kültür seviyesine çok fazla katkıda bulunmamıştır. Son yıllarda özellikle büyükşehirlerde yenilenen statlar da futbolumuzun gelişmesine katkı sağlamamıştır. Diğer taraftan her ile bir üniversite yapılmış, ancak üniversitelerdeki eğitim kalitesinde önemli bir artış olmamıştır. Devasa harcamalar yapılarak gerçekleştirilen bu projeler ekonomik anlamda piyasaları geçici olarak canlandırsa da uzun vadede üretimin artırılmasına ve milli gelirin artmasına katkı sağlamamaktadır. Devletten beslenen oligarşik yapıların güçlü kalmasını sağlayan ancak topluma ekonomik getirisi olmayan bu projelerin halk denetimine tabi tutulması ülkemiz için son derece önem taşımaktadır.
Ülke için rantabl olmayan projeler, kamu kaynaklarının siyasette ve bürokraside yapılan liyakatsiz atamalar, ülke menfaatleri yerine kişilerin çıkarlarına göre alınan kararlar, halkın devlete olan güvenini sarsmaktadır. Siyasette ve bürokraside denetim mekanizmasının işlememesi bu güvensizliği daha da artırmaktadır. Devlete güvenin azalmasının olumsuz etkileri, toplumun tüm kesimlerinin davranışına da yansımaktadır. Denetimsizlik, toplumsal davranış bozukluklarını da beraberinde getirmektedir. Esnafın gıdada tağşiş yapması, müteahhitin malzemeden çalması, memurun işini savsaklaması, imalathanelerin kimyasal atıklarla dereleri rengarenk boyaması, fabrika sahiplerinin bacalardan saldıkları zehirli dumanla havayı kirletmesi gibi pek çok toplumsal davranış bozukluğuyla her gün karşılaşmaktayız.
Ülkemizde her alanda yaşanan düzensizliğin ortadan kalkması için yapılacak SPK değişikliği, siyaseti ideolojilerden arındıracak, siyasete rekabetçi bir ortam kazandıracaktır. Bu sayede partilerde liderlik sultası bitecek, milletvekilleri parti liderlerinden bağımsız hareket etmeye başlayacaktır. Bağımsızlığını elde eden milletvekilleri de tamamen yasama görevine odaklanacak, ideolojik kadrolaşmayla ve kısır tartışmalarla zaman kaybetmeyecektir. Muhalefet partileri rekabetçi bir yapıya bürünerek, iktidar partileri için itici bir güç oluşturacaktır. İktidar ve muhalefet partileri tamamen dönüşüm geçirerek Meclis’te ülkenin gelişmesi ve kalkınması için gerekli kanunlar en kısa sürede ve en mükemmel şekilde çıkarılmasını sağlayacaklardır. Ülke yararına olmayan hiçbir yatırıma veya harcamaya da izin verilmeyecektir.
Türkiye’nin ekonomik alanda güçlenmesi, askeri alanda da güçlenmesi demektir. Son yıllarda savunma sanayiinde yerli üretime ağırlık verilmesi, askeri gücümüzü bir nebze artırsa da, döviz rezervlerimizin erimesine, enflasyonun ve işsizlik gibi sorunların kronikleşmesine engel olamamaktadır. Cari açığı kapatarak ekonominin rahatlamasını sağlayacak olan yerli üretim, sadece savunma sanayiinde veya otomobil sektöründe değil kimyadan tekstile, tarım endüstrisinden yazılım sektörüne kadar, kısacası iğneden ipliğe her alanda yaygınlaştırılmalı, genç nüfusa istihdam alanları yaratılmalıdır.
İdeolojik siyasete ve oligarşik düzene zemin hazırlayan SPK, bugüne kadar aydın ve entelektüel kesim tarafından çok fazla eleştirilmemiştir. Akademisyen, yazar, bürokrat ve sanatçılardan oluşan bu kesim ülke sorunlarına çözüm yolları ararken, SPK’yı eleştirmek ve kusurlu yönlerini dile getirmek yerine, ideolojik tartışmalarla zaman kaybetmiştir. Sorunların gerçek kaynağı olarak gördükleri halkı yeri geldiğinde gericilikle, eğitimsizlikle, medeniyetsizlikle, ahlaki ve kültürel seviyesinin düşüklüğüyle eleştiren aydın ve entelektüel kesim, gerçek sorunun yönetim sisteminden kaynaklandığı görememektedir. Batı toplumlarında eğitim seviyesinin yüksek olması veya tiyatro, opera ve bale gibi kültürel etkinliklere bizden daha fazla önem verilmesi, daha ahlaklı veya erdemli toplumlar olduklarını göstermez. Her toplumda ahlaklı insanlar olabileceği gibi ahlak yoksunu insanlar da bulunmaktadır. Batı toplumunun sadece olumlu yönlerini görenler, sömürgeci zihniyetle Müslümanların ve diğer az gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyada yaptıkları zulümleri göz ardı etmektedirler. Türk toplumunun Batı toplumları gibi demokratik bir sisteme kavuşması halinde, insan hakları konusunda ülkemizi sürekli eleştiren batı ülkelerine medeniyet ve insanlık dersi vermesi çok da zor olmayacaktır. Batı toplumlarının bizden tek farkı, siyaset yapacak kişileri siyasi liderlerin değil, halkın tercih ettiği kişilerin içerisinden seçmeleridir.
Batı’da gelişmiş ülkelerde kurulan demokratik sistem uzun ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Bu uğurda Avrupa’da ve Amerika’da milyonlarca insan ölmüş, çok büyük bedeller ödenmiştir. Bizim demokratik bir sistemi kurmamız için eskiden olduğu gibi ağır bedeller ödememize gerek kalmamıştır.
SPK’nın değiştirilmesiyle siyasette gerçekleşmesi düşünülen reformla birlikte, geçmişte şahsi menfaatler üzerine kurulmuş olan oligarşik düzenin ortadan kaldırılması, yerine de halk için çalışan siyasetçiler ve bürokratlardan oluşan bir devlet düzeni getirilmesi hedeflenmektedir. Bu hedef gerçekleştiğinde, Türkiye hızlı bir büyüme sürecine girecektir. Güney Kore’nin 30 yıl gibi kısa sayılabilecek bir sürede sağladığı başarıyı, ülkemiz de yakalayarak gelişmiş ülkeler seviyesine çıkacaktır.
Siyaset reformuyla kurulacak denetim mekanizmasının, siyasetten başlayarak hayatımızın her alanına yayılması beklenmektedir. Toplum hayatının sıkı bir şekilde denetlenmesiyle iş hayatında kaliteyi yukarılara çekecek, gıdada tağşiş yapan imalatçılar, malzemeden çalan müteahhitler, işini savsaklayan devlet memurları, kimyasal atıklarla dereleri rengarenk boyayan fabrikalar tarihe karışacaktır. Demokratik denetim mekanizmasının çarklarına takılanlar, hatalı davranışlarının bedelini ödeyecekler, özveri ile çalışanlar da hak ettikleri değeri görecektir.
Siyaset reformunun ülkeye kazandıracağı demokratik sistemle, ülkemizde sadece asgari ücretle geçinen bir insanın, emekli olduğunda mütevazı da olsa bir ev ve arabaya sahibi olması; ortaöğretimi tamamlayan bir öğrencinin en az bir yabancı dili anadili gibi konuşabilmesi; üniversitelerimizin dünyada başarılı olmuş ilk 100’e üniversitenin içerisine girmesi, hayal olmaktan çıkacaktır.
Siyaset reformunun gerçekleşmesi için öncelikle halkta SPK’nın değişmesi yönünde bir talep oluşması gerekmektedir. Halkın tüm kesimleri konunun önemini kavradığında ve SPK değişikliği ile ilgili taleplerini demokratik yollarla dile getirdiğinde, iktidarda hangi parti olursa olsun gerekli düzenlemeyi yapmak zorunda kalacaktır.
Unutulmamalıdır ki kararlı kitlelerin önünde hiçbir güç duramaz. BİTTİ
Makalenin birinci bölümünü oku