Pandemi ile beraber hayatımıza yeni yeni kavramlar girdi ve halen girmeye devam ediyor. Eskiden çağ açıp çağ kapatan olaylar asırlar sürerken şimdilerde ise çığır açan, gündemler oluşturan, hükümetleri deviren, tüm dünyayı etkileyen olaylar nerdeyse göz açıp kapayıncaya kadar olup bitiveriyor. Her gece uyurken sabah ne ile karşılaşacağımızı bilmeden anlık sarsıcı haberlerle karşı karşı kalıyoruz. Son günlerde sıkça duyduğumuz ve ülkece en çok etkilendiğimiz konulardan birisi ise gıda krizi…
Küresel pazar ürün tedariği ile ilgili sıkıntılar yaşamaya başlamışken devletler tekrardan sınır kapılarını ihracat/ithalata kapattı, limanlar işlevsizleştirildi. Adeta tahıl ambarlarına kilit vuruldu ve limanlara mayınlar döşendi. Hatta günler sonra serbest bırakılan yağ gemisi için resmi geçitler ve kurdele kesim törenleri düzenlendi. Pandemiden sonra bir anda patlak veren Rusya-Ukrayna savaşı küresel ticaret ağı ve finansal piyasalarda sebep olduğu dalgalanmayla yeni problemleri gün yüzüne çıkardı.
Bu hengamenin içinde iflaslar duyurulmaya devam edilirken, bir yandan büyüyen ekonomiler, güçlerine güç katmaya devam ediyor. Şu bir gerçek ki önümüze serilen büyüyen ekonomiler, sadece belli bir kesimin faydasına olmakta, halkın fakirleşmesi de hızla artmaktadır. Yoksulluk sınırı yükselirken uygun fiyatlı temiz gıdaya ulaşmak giderek zorlaşmaktadır. Devletlere yön vermeye, insanları hastalık ve açlıkla korkutmaya çalışan kapitalist düzen bizi şimdi de gıda krizi ile adeta çıkmaza sokmaya çalışmaktadır.
Yıllardır tarımsal ve hayvansal destek adı altında bizi fonlayan ama tarım ve hayvan rejimimizi tepetaklak eden, üretimi bitirenlere karşı seyirci kalırsak durumumuz şu andan daha vahim olacaktır. En büyük mera alanına sahip olduğumuz şu cennet topraklarda, et ithal ediyorsak, buğday ithal ediyorsak, ölmüşüz de ağlayanımız yok.
Sorunun temeline inmek ve çözümler üretebilmek için öncelikle krizin kabul edilmesi, etkilerinin en aza indirgenmesi gereklidir. Krizi reddederek şeffaf olmadan atılan her adım krizi derinleştirecek insanlar arasındaki mesafeyi de artıracaktır. Krizi bertaraf etmenin yolu bundan etkilenen insanlara yakından dokunmak, onları desteklemektir. Unutmayalım ki hepimiz aynı geminin içindeyiz. Dümendeki kaptan kadar, kazan dairesindeki işçilerde, en tepedeki gözcülerde, gemide farklı duraklarda binmiş azınlıklarda geminin en temel bileşenlerinden biridir. Farklılıklarımız bize yeni renkler ve yeni kokular katmaktadır. Bir arı ne kadar farklı bitkiden öz toplarsa nasıl balın kalitesi artıyorsa bizimde içimizdeki farklı sesler, emin olun ki farklı düşünme ve muhakeme yeteneğini kazandıracak, bizim için daha adil bir yaşamın temelini atmak kolay olacaktır. Bir keresinde öğrenci evimize misafir olan merhum siyasetçi yazar Mehmet Yavuz biz öğrencilere Medeniyet nedir? Sorusunu sormuştu. Birkaç arkadaş farklı cevaplar verdik. En son kendisi şu cümleleri kurmuştu. ‘Medeniyet sadece şehirleşmek, yüksek seçkin insanların bir arada olması değildir, medeniyet birbiri ile yaşamayı öğrenmektir.’ Demişti. Evet medenileşmek tek başına yüksek binalar yapmak, en iyi teknolojiler kullanmak değildir. Farklı din, dil, düşüncelerin birbirine saygı göstermesi ve birbirini kabul etmesi medenileşmenin en temel adımlarından biridir. Yıkım şimdi başlamadı, yapmakta kolay olmayacaktır. İlkokuldan başlayarak maddi bilimler (fen, matematik, doğa, sosyal, yapay…) yanında manevi bilimlerde çocuklara verilmeli, ihya hareketi tohumdan başlatılmalıdır.
Eğer ithal ettiğimiz eğitimi ihya edersek hem kaliteli tohumlar elde edeceğiz hem de erdemli çiftçiler, tüccarlar, ebeveynlerin yetiştireceğiz. Toprağın tohumu düzelirse insanın mayası da değişir. Hikmetli yöneticilerimiz olursa, daha iyi sevk idare edilebilir konuma gelir, seçeceğimiz idareciler de o oranda iyileşecektir.
Hepimiz şikâyet etmeyi, eleştirmeyi çok seviyoruz. Bir işe; gel sen el at denildiğinde ise geri duruyor, var olan tüm sorunların kendiliğinden çözüleceğine dair toz pembe hayallerimiz olduğunu çok iyi biliyoruz. Var olan sorunları sadece kendi tabakasında çözmeye, geçici destekler ile milletin havasını almaya çalışan yetkileri görünce ikaz etmek hepimizin temel görevidir diye düşünüyorum. Öncelikle bu krizi kabul etmeli ve fırsata çevirmenin yollarının aramalıyız. Yüzölçümü birçok ülkeden küçük olan Hollanda yaptığı tarım ihracatı ile dünyanın ikincisi olabiliyorken neden bizler bunun gerisindeyiz? Birim alandan üretmemiz gereken ürünü çoğaltmalıyız ve kalitesini de o oranda artırmalıyız.
Çözüm önerilerine geçmeden önce nedenleri biraz daha irdelemek istiyorum. Unutmayalım ki bu değişimlerin hepsi birkaç yılda gerçekleşmedi. Tarım ve hayvancılık politikaları, insanların köyden kente göçü, yetersiz ve yanlış verilen eğitimler, miras yolu bölünen toprakların küçük parçalara ayrılması, iklim değişikliği, plansız yapılaşma ve en önemlisi de dev şirketlerin pazarı baskılaması sonucu üreten bir topluluk olmaktan çıkıp salt tüketim çılgınlığı ile özdeşleşiyoruz. Herkesin malumudur ki işin ehli olmayan çoğunluk, emekçi azınlığa hükmettiği için işçiler daima bu çarkların dişleri arasında ezilmekte günden güne ufalanmakta ve sayıca azalmaktadır.
Milletvekillerimizin onlarca, hatta yüzlerce danışanının reel piyasadan uzak sadece kitabi bilgilerle raporlar hazırladığını düşünüyorum. Köylünün, esnafın, çiftçinin arasına karışmadan alınacak her karar eksik hatta irrasyoneldir. Sözlerimin ağırlığının farkında olarak yazmaya devam ediyorum. Çünkü geldiğimiz noktada bir suçlu varsa bu başta kendim olmak üzere, doğup büyüdüğüm topraklarda beni büyüten ailem, mahalli yöneticiler, STK’lar, müdürler, başkanlar ve diğer yönetim erkleridir.
Bir veteriner hekim olarak defalarca genç çiftçi projelerine başvurmama rağmen, hiç destek alamadığımı ifade ediyor, destek alan kişilerin ise 2. yılın sonunda almış oldukları hayvanları nasıl bir bir sattıklarını ve bunu, üretimden ziyade nasıl paraya çevirmek için kullandığını biliyorum. Birine destek verilecekse liyakat en önemli kriter olmalıdır. İhaleler zenginleri daha zengin etmek için, rant kapısı olmaktan çıkmalıdır. Köylerde miras yolu ile küçük parçalara bölünen araziler, tarım ve hayvancılık yapmayı zorlaştırmaktadır. Maliyet girdilerinin azaltılması için gerekli minimum alanların çoğaltılması gerekmektedir. Köy ve mahallelerde kooperatifler kurulmalı araziler yeniden toplulaştırılmalı daha profesyonel üretim yapılmalıdır. Kimyasal gübrelerin önüne geçilmeli, düzensiz GDO’lu tohumların kullanımı kontrol altına alınmalı, ata tohumlarımız yeniden çoğaltılarak, yaygınlaştırılmalıdır. Topraklarımızda yapmış olduğumuz bu üretimler bize yeter, öncelikle iç piyasa rahatlatılmalı sonrasında ihracata gereken pay ayrılmalıdır. Vatandaşlarımız en ucuz, en temiz, en sağlıklı ürünleri tüketmenin haklı sevincini yaşamalıdır.
Son yirmi yılda üniversite açmadığımız ilimiz kalmadı. Gençlerin çoğu istediği bölümü rahatça okuyabiliyor. Üniversite okumak kolaylaştı ama iş bulmak zorlaştı. Üniversiteleri artırmak yerine eğitimin kalitesini artırmak zorundayız. Tohumlar gibi eğitimimizde ithal olduğu için malesef hormonlu bir büyüme gerçekleştiriyoruz. Tarım ve hayvancılığın bu denli bilinçsiz yapılmasının temel nedenlerinden biri eğitimdir. Çiftçiler hiçbir üst aklın insafına bırakılmamalı, tecrübelerinden istifade edilmeli aynı zamanda teknoloji ile bu güç birleştirilerek konvansiyonel tarıma geçiş yapılmalıdır. Kooperatifler kurulmalı imece usulü ile maliyet girdileri azaltılmalı, coğrafi işaretli ürünlerle beraber markalar oluşturulmalı, bölge halkı katma değeri yüksek ürünler ile kalkınmayı beraber gerçekleştirmelidir. Bazı okuyucularımız bu kooperatiflerin zaten var olduğunu söyleyebilir. Benim kastettiğim husus ise tam olarak şudur. Örneğin üretici bir ürünü 1 liraya fabrikaya satıyor fabrikada bunu işleyip 10-15 liraya satıyorsa orada haksız kazanç ve alın terinin sömürülmesi vardır. Zaten tarım ve hayvancılığın durma noktasında gelmesinin sebebi de bu değil midir? Üreticiler hak ettiği değeri görürse emeğinin karşılığını alırsa sizce üretim durur mu?
Geçmiş yazılarda iklim değişikliğine sıkça değindik. Tatlı su kaynaklarımız giderek azalıyor, kuraklık artıyor ve fosil yakıtlarda günden güne azalıyor gibi gözüküyor. Ülkemizde yenilenebilir enerji kaynakları olan, hidro, jeotermal, güneş, rüzgâr gibi kaynakları efektif bir şekilde kullanıp doğaya daha az zarar vermeli, kendi kendine yetebilen bir ekonominin ilk adımlarını atmalıyız.
Çok basit bir şekilde ülkemiz coğrafik özellikleri göz önünde bulundurularak tarımsal ve hayvansal üretim alanlarına göre bölünerek bölgeler sınıflandırılmalıdır. Nasıl bir tıp doktoru okulunu bitirdiğinde zorunlu olarak görev yerine atanıyorsa, bugün mezun olan her veteriner hekim, her ziraat mühendisi, zooteknistler ve diğer meslek mensuplarımız derhal mahallelere ve köylere zorunlu olarak atanmalı ve olağanüstü hâl ilan edilmeli, üretim atağına geçilmelidir. Her bölgenin en iyi mahsulü heyetlerce belirlenmeli ve o üretimler doğrultusunda destekler verilmelidir. Beton yığınlarına yapılan haddi hesabı olmayan yatırımların önü kesilmeli, katma değer yaratacak ürünler desteklenmelidir. En önemlisi çiftçiye büyük yük oluşturan yakıt, gübre, yem gibi masraflardan kesinlikle vergi alınmamalı çiftçi bundan muaf tutulmalıdır.
Dün salgın hastalıklar bir kriz oluşturdu, sonrasında savaşlar bahane edildi bugün ise gıda krizi olarak bir başka krize dönüştürüldü. Muhtemelen yarın farklı bir isimle yeniden gündemimize girecektir. Emin olun ki bir ihya hareketi başlatır, topyekûn mücadele içinde olursak adı ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin bertaraf etmek çok kolay olacaktır. Yarın stokları biter diye marketten almak için acele ettiğimiz her ürün er geç tükenecektir.
Çoğu yazımda kullandığım şu cümleler ile bu yazıyı sonlandırmak istiyorum. Tüketirken tükeniyoruz. Sorgulamayı, minimalist yaşamayı, alternatifler oluşturmayı, adil ve etik olmayı benimsemeyi öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor. Satın aldığımız her ürünle, yaptığımız her eylemle, kurduğumuz her cümleyle yaşamak istediğimiz dünyanın temellerini atıyoruz, bunun farkına vardığımızda dünyayı daha güzel bir yer haline getireceğiz.
Muhammed Zeki Aygur
Veteriner Hekim