Özel sektörde katıldığım denetimler vasıtasıyla ülkemizin irili ufaklı birçok fabrikasına girme fırsatı buluyorum. Kozmetikten tutunda gıda, ilaç hatta turizm sektöründeki firmalarla muhatap oluyoruz. Ülkemizi geçen yıldan beri kasıp kavuran şu dolar felaketinin kaç can yaktığını hatta yakmakta olduğunu herhalde detaylıca anlatmaya gerek yok. Piyasalardaki bu belirsizlik firmaların küçülmesine, küçülmese bile duraksamasına, işçi çıkarmasına hatta birçoğunun iflâs anlaşması ilan etmesine sebep olmuştur. Üretimdeki bu sıkıntıyı içerde görmemize rağmen insanların lüksten vazgeçmediğini, tüketim alışkanlıklarında en ufak bir değişimin olmadığını müşahede etmek bizlerde soru işareti bırakıyor aslında.
AVM’ler, tıklım tıklım, bankalar tıklım tıklım, araba showroom’ları tıklım tıklım. İnsanlar ne giyiminden ne de yiyeceğinden herhangi bir şey kısmıyor. Peki, bu kısır döngü nereye kadar devam edecek? Üretim durma noktasına geldi, fakat tüketim devam ediyor. Ben ekonomist değilim, siyasi bir gücüm yok, bir iş adamı değilim. Resmi bir görevimde yok. Halktan biri olarak gördüğüm eksiklikleri dile getirmek istiyorum.
Hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız bunun bilincinden olmalıyız. Peki, piyasadaki bu sıkıntıyı sıradan insanlar görüyorsa devlet merciindeki yetkililer neden görmüyor? Her devlet adamının sağında solunda salkım salkım danışmanlar bulunmasına rağmen neden bunun önüne geçilmiyor? Hatta tam tersini sorayım tüm gücü, sermayeyi, elinde bulunduranlar buna çözüm bulamıyorsa, garibim köylüler(!) ne yapabilir? Dediğim gibi ben bir ekonomist değilim ama “Ne olacak bu memleketin hali?” diye soranlara güzel bir hikâye anlatmak istiyorum. Sözü daha fazla uzatmadan öze dönmek istiyorum.
Konu Malatya dolaylarında geçtiği için Malatya, Maraş, Antep halkı bu hikâyeyi iyi bilir. Ama ben bu hikâyenin tüm milletvekillerine, cumhurbaşkanına ulaşmasını istiyorum. Sözü uzatmadan “Sürüye dadanan kurtlar ve çoban köpeklerinin hikâyesi ile baş başa bırakıyorum.
Meşrutiyet Meclisi’nde Ahmet Ağa adında bir Malatya mebusu varmış. O zat İttihat ve Terakki Partisinden milletvekili seçildiği halde Meclis’te yemin merasimi dışında hiçbir söz söylemiş değilmiş.Talat Paşa, O’nun gizli bir muhalif olabileceğini düşüncesiyle hasbihalde bulunmak üzere meclisin kafeteryasında Onunla bir görüşme teklifinde bulunmuş.
Burada kendisine:“Ahmet Ağa,” demiş. “Senin ağzını açıp bir şey söylediğin yoktur. Memleket meseleleri hakkında elbet senin de düşüncelerin vardır. Bunları öğrenmek isterim.”
Ahmet Ağa, itiraz yollu olarak;”Paşa!” demiş. “Ben çobanım. Memlekette çift çubuk, sürü sahibi bir ağayım. Memleket meselelerinden bir şey anlamam.”
Talat Paşa itirazla:“Hayır! Sen sen memleket meseleleri hakkında fikir sahibi olmasaydın bizim arkadaşlarımız oradan seni namzet gösterip seçtirmezlerdi. Bak görüyorsun biz devlette suiistimalleri önleyemiyoruz. En güvendiğimiz adamların iş başına gelince şahsi menfaat peşinde koştuklarını görüyoruz. Bunu önlemenin çaresi nedir?”
Ahmet Ağa bir şey söylemek mecburiyetinde olduğunu anlayarak:“Bak paşa hazretleri. Bunu önlemenin bir çaresi vardır. Ama sana söylesem, bunu yapamazsın” demiş. Talat Paşa’nın ısrarı üzerine de:“O zaman ben yaşadığım hadiselerden elde ettiğim bir tecrübeyi size nakledeyim. Takdir sizindir” diyerek şunları söylemiş: “Ben hayata çoban olarak başladım. Yıllarca çalışıp çırpınarak büyük bir koyun sürüsü meydana getirdim. Nihayet, gördüğünüz gibi yaşlandım. Bütün işleri çocuklarıma devrederek işten çekildim. Aradan iki üç gün geçti. Çocuklarım yanıma gelerek:
“Baba. Sen hiç kurda koyun kaptırır mıydın?” diye sordular.“Hayır” dedim. Zira bizim sürü dağın yamacında mahfuz bir yerde gecelerdi. Onlar her gece kurda bir iki koyun kaptırdıklarını söylediler.
Kendilerine:“Sürüde değişiklik yaptınız mı?” diye sordum. Dediler ki;“Sen tecrübeli bir insansın. Bu sürüyü dört zağarla (çoban köpeği) koruyordun. Biz bunu kâfi görmeyerek dört yeni zağar daha aldık. Buna rağmen her akşam bir veya iki koyunu kurda kaptırıyoruz.”
Onlara dedim ki;“Bu aldığınız yeni zağarları gece boyunca gözetleyin. Bakalım ne göreceksiniz.”
Ertesi gün gelip anlattılar: Gece yarısına doğru vadiye bir kurt gelip ulumaya başlamış. Yeni zağarlardan biri sürüdeki yerini terk ederek vadiye inmiş. O dişi bir kurtmuş. Bizim zağar onunla oynaşmaya başlamış. Kurtlar iki taneymiş. Erkeği, o zağarın boş bıraktığı kısımdan sürüye saldırarak bir koyun yakalayıp vadiye götürmüş. Dişi kurtla işini bitiren bizim zağar yerine dönmüş.
Bu durumu öğrenince onlara dedim ki;“Bu zağarla kurt, daha evvel bulundukları bir sürüde bu işi yapmakta olmalıdırlar. Onun kafasına sıkıp öldürün.”Böyle de yaptılar. Fakat ertesi gün yeni zağarlardan bir diğerinin aynı işi yaptığını görmüşler. Bunu öğrenince dedim ki:“Yeni aldığınız zağarların hepsinin kafasına sıkın ve gözetlemeye devam edin.”Bunu da yaptılar. Fakat yine de kurda koyun kaptırmaktan kurtulamadılar. O zaman anladım ki, geldiği yerde bu işi yapan yeni zağarlar bizimkilere de bu işi öğretmişler, onlara da bu hastalığı bulaştırmışlar.
Onlara dedim ki;“Bizim zağarların da bu işi öğrendiği anlaşılıyor. Dört tane, hiçbir sürüde kullanılmamış yeni zağar bulun. Bunlar bizimkilerle bir araya gelmeden, bizimkilerin hepsini öldürün ve sürüyü onlara teslim edin. Bu suretle kurda koyun kaptırmaktan kurtulduk. Zannımca, memleket idaresinin de bir sürü idaresinden farkı yoktur. Ben yaşadığım bu tecrübeden bunu anladım. Takdir sizindir.”
Bu olayı hayretle dinleyen Talat Paşa O’na demiş ki;“Benim merak edip seni konuşturduğum gibi, Padişah da seninle görüşmek isterse bu bana anlattığın hikayeyi sakın Ona anlatma!..”
Bu hikâyenin üstüne tek bir laf daha edersem her halde kıssadan hisse çalmış olurum. Onun için size “Ne olacak bu memleketin hali?” diye soranlara vereceğiniz tek bir cevap olsun. Bizi yönetenler bu işlerin yolunu yordamını öğrenmişler dolayısıyla, adaletten ayrılmayacak ve daha önce bu işlerde! Kullanılmamış erdemli yöneticilere ihtiyacımız var. Sağlıcakla kalın…