Sorunun karşısında afalladı birden ve kendini toparladı kadın. “Sen bu gece yatağına aç geçersen…” dedi ve cümleyi tamamladığı kelimeyle öğretmeni kalbinden vurdu. Kalbindeki birikimin taşkınlığını gözlerinden saklamaya çalışan öğretmen, adımladı evinin yolunu. Kuşların uçtuğu, fakat kervanın geçmediği bu köydeki en yakın komşusundan ayrılırken düğüm düğüm olan boğazına, Kızılağaç’ın o keskin ve insanın içine ferahlık veren rüzgarı da fayda etmedi.
Üstü kar kümeleriyle, saçakları buz sarkıtlarıyla desenlenmiş, yarım asra dayanan ve yıkılmaya yüz tutan lojmana, yuvasına gelmişti işte. Demirden ve sürgülü kapı kilidini açtı, sıcak havayı teneffüs etti. Sabahtan yaktığı sobanın ısısı geçmemişti hala. Yine de iki odun atmayı ihmal etmedi. Elinde ‘açık ekmek’ olarak isimlenen pide ile oturdu kanepenin bir köşesine. Ve daldı geçmişin derinliklerine…
Lise yılları… Herkesin, “Hangi fakülteyi hedefliyorsun?” sorularına fiyakalı meslek olan hukuk cevabını verdiği demde o, nesil yetiştirme hayaliyle yanıp tutuştuğundan, “eğitim” cevabını vermişti. Hocalarının verdiği gazla yönünü hukuka çevirmeye çalışsa da sınav sonucunda sınıf öğretmenliğini kazandığını öğrendiğinde nasibine eyvallah dedi ve seve seve gitti okumaya.
Üniversite sıralarında hocaların “nereye atanmayı istiyorsunuz” sorularına arkadaşlarının bir büyükşehir merkezini tercih ettiği vakitte çılgınlıkla itham edilmek pahasına gönlündekini döktü ortaya: “Ya Karadeniz’de bir dağ köyü, ya da Doğu’nun en mahrum köylerinden birinde öğretmenlik yapmak istiyorum.” Bu fikirlerini babasıyla da paylaşmıştı. Babası ise idealist öğretmen edaları, izlenen filmlerden alınan gaz, gelip geçici hayaller olarak algılamıştı bu hali. Çünkü kendisi de 5-6 yıl vekil öğretmenlik yaptığından, bilirdi dağ köylerinde öğretmenlik yapmanın zorluklarını. Hele hele kronik rahatsızlığın varsa, bir işkenceye dönüşür her şey. Ya bir de Allah korusun tehlikeli bir yere çıkarsa tayin?... Baba, endişelerinde bir hayli haklı olsa da tercih sürecini bekledi, asıl fikrini beyan etmek için.
İş gelip tercih sürecine dayanınca “hayallerin güzel ama hayaller âleminde yaşamıyoruz” diyerek ve işin açıkçası hatırını kırmayacağı güzel bir insanı araya katarak, oğlunun gönlünü de almak adına Midyat ve köylerini yazdırmıştı ona. Öğretmenimiz ise baba hatırına kabul etti, 26. tercihi de seçmek koşuluyla. Ve an gelip de sonuçlar açıklanınca babanın başından aşağıya kaynar sular döküldü. Teyit etmek için internete girdi ve dehşeti bir kat daha arttı. Evet, endişelerinde haklıydı. Zira tercih sonucundaki yer, merkeze uzaklığı 60 km olan ve yolunun yarısı engebeli ve uçurumlu, güvenlik tehlikesinin en zirve noktası Kara Cehennem Ormanlıkları’nda bulunan Bingöl Karlıova’ya bağlı Kızılağaç köyüydü. Yani 26. Tercih…
Evet, öğretmenimiz en çok istediğiyle sınanıyordu artık. Duyanların “teselli etmek isterdim ama vay haline” sözleriyle morali bozulmadı değil ama görmeden karar vermek de istemiyordu. Nasip dedi ve hazırlıklarını yaparak Bingöl Milli Eğitim’e gitti babasıyla. Orada bulunan bir yetkili, “Hocam gitmeden karar vermeyin. Bakın buranın insanı merttir, cömerttir. Doğası güzeldir. Doğru, tek öğretmenli ve ulaşımı belli zamanlarda kapanan bir yere gidiyorsunuz ama inanın görmeden karar verirseniz, belki de sizleri dört gözle bekleyenlerin hayallerini tarumar edersiniz.” deyince kendine verdiği sözü, hayallerini hatırladı.
Ve yola koyuldular. Yılan gibi kıvrımlı ve eğimli yollardan geçince babasına çekinceli bir şekilde “Kışın yollar buzlanınca da buradan mı gelip geçeceğim?” dedi. Babası da kinayeli bir “heeee” cevabını vermekle yetindi.“Al bak işte hayal ettiğin şey buydu. Çek bakalım.” dercesine... Ama köy bir türlü gözükmüyordu. Nereye gitseler, bir sonraki, bir sonraki köy diye diye yolun sonuna gelmişlerdi. Köye vardıklarında ise öğretmenin şaşkınlığı daha da artıyordu. Zira karşısında bir okuldan ziyade tek derslikli, yıkık dökük bir “okulumsu” hane vardı. Ama asıl şaşıracağı şey, kendisini lojmanda bekliyordu. Lojmanın kapısını açar açmaz karşılarında bir köpek çıkmasın mı? Meğer gariban çobana orada yer vermişler. İçeriye girdiklerinde öğretmenin hayreti daha da katlandı. Lojmanda ne tezgah vardı, ne banyo gideri, ne de musluk... Ev dökülüyordu da. Hem en yakın komşusu en az 200-300 metre uzaklıkta olan bu köyde kışın yoğun ve karlı geçtiğini, kurtların burada fink atacağını da hatırına getirince ürkmedi değil. Dağdakiler de cabası… Köy imamı şaşkınlıklarını gizleyemeyen öğretmen ve babasını evine buyur etti. Çoğu inşaat ile uğraşan köylülere de evi onarmaları için gün verdi. Akşam olup çaylar içilirken, muhabbet demlenip de öğretmen hayallerini ve başından geçenleri anlattıktan sonra sözü imam aldı.
“Hocam siz bilmezsiniz, biz bu okula öğretmen ataması yaptırmak için taa Ankara’lara kadar çıktık, zar zor söz aldık yetkililerden. Sonuçta Rabbim bizlere sizi bahşetti. Bize hep ücretli öğretmen veriliyordu ve öğrenciler maalesef adamakıllı eğitim alamıyordu. Şimdi açık açık konuşalım. Eğer buradan kurtulmaya(!) azmederseniz, burası sizin için ismi gibi Kara cehennem olur. Fakat ben sizin bu niyette olmadığınıza eminim. Köylüler çocuklarına bir şeyler verme azminde olduğunuzu görseler, sizi kendi çocuklarından ayrı tutmazlar. Sizi bağırlarına basacaklarına, yalnız bırakmayacaklarına emin olabilirsiniz. Sizi yuvalarının bir ferdi olarak göreceğine şahit olacaksınız.”
Yer yatakları serilip herkes yataklarına çekilirken baba son bir kez ne yapacağını sordu öğretmene. Öğretmenden emin ve vakur bir cevap: “Bu insanların bana ihtiyacı var. Bir sevk-i ilahi ile buraya sevk olundum. Arzu ettiğim hale beni öyle veya böyle ulaştıran Rabbime hamd etmekten gayrı yapacak bir şey yok.” Baba ne oğlunun hastalığını öne sürdü, ne de zorlu doğa ve hayat koşullarını. Oğlunun kararına saygı gösterdi.
Sabah olup da Kızılağaç’ın o muhteşem ambiyansı ve ferah atmosferiyle karşılaşınca, o gün karşılaşacağı güzelliklerin girizgâhı olduğunu bilmiyordu öğretmen. Okula geldiğinde onu neşeyle bekleyen o çocukların gözlerindeki parıltıyla karışık temiz bir Türkçe ile “hoş geldiniz öğretmenim” sözlerini duyunca hem mutluluktan içi içine sığmamış, hem de şaşırmıştı. Zira onların anadillerinden gayrı bir dil bilmediklerini ve bu sebeple onlara ilk önce Türkçe’yi öğreteceğini sanmıştı. Fakat onların da TV kültüründen nasiplendiklerinden, Türkçe’yi bildiklerinden habersizdi. Öğretmen onları sevgiyle kucakladı. Sonu gelmeyecek kucaklaşmaların ilki burada başlayacaktı.
Öğretmen, babası, imam, köylüler, kısacası eli iş tutan herkes, lojmanın yapımında canla başla çalışmıştı. Her şey bitip de babasının memlekete doğru yol alması gerektiğinde öğretmenin boğazı düğümlendi. Öğretmenin yetimlik duygusunu hisseden imam, onu bir haftaya kadar yanında konuk etti. O andan başlayan ve bitmeyecek dostluklarının temelini atmışlardı. Gün gelip lojmanın tadilat işlemleri bitince, öğretmen yuvasına kavuştu. Değerli yalnızlıklar çağı da böylece başlayıverdi.
Hayatın gerçekleri acıdır. Acıtan o yanlarıyla yüz yüze geldiğinde belli olur yiğidin hassı. Yoksa herkes mangalda kül bırakmaz karşılaşmayana değin. Ne adam akıllı odun kırmayı bilirdi, ne de dizmeyi. İçeriyi dumana boğmadan soba yakmanın püf noktası nedir, külleri nasıl temizlenir, yedek kovanın sağladığı fayda, kömürün nerede ve ne zaman kullanılacağı gibi birçok konuyu orda öğrenmişti. Mecburiyetlerin kişiyi nasıl bir gurmeye dönüştürebileceğini de tecrübe etmişti. Bir şubeyle uğraşmanın tecrübeli öğretmenler için dahi ayrı bir yük olduğu bir gerçekken, daha toy haliyle tam 4 sınıfı idare etmenin, müdürlüğün, hademeliğin verdiği ağır yükü omuzlarında hissediyordu. Ama o güzel yüzlü çocuklarla uğraşırken yorulmadığına, hatta zamanın su gibi geçişine de şaşırıyordu. Her şey ve herkes yuvasına çekilirken değerli yalnızlıklar beldesinde, yuvasında kendiyle baş başa kalışları, hayatı ve o gün öğrencileriyle sorgulayışları sırasında “iyi ki”lerinin ağır basması, vicdanını rahatlatan ve yastığını yumuşatan en büyük etkendi.
Okulda eğitim ve öğretim icra ederken bazen öğretmen ve öğrencinin rolleri değişiyordu. Bunlardan bazıları, öğretmenin bloğunda aktardığı günlüklerden yansıyordu. Bunlardan ilki, duygusal bir öğrencisiyle merhamet eğitimi üzerineydi. Şöyle yazmıştı öğretmen o günkü bloğunda:
“Bir kızın gülümseyen gözlerinde gördüm,
Bulutların ardında bakan güneşi,
Suskun dilin ardında konuşan,
Tap tatlı bakışı…
Ama bu gözlerde bulutlanan duyguların
Yağmura dönüştüğünü
Ve de düştüğünü görmek istemem
-Ki çok çabuk düşüyorlar, çok duygusal-
Ama bugün şu beş yaşındaki minik öğretmen,
Şefkatin dersini verdi öğretmenine.
"İncinsen de, incitme!" diyen arif,
Bu kızın gözlerine bakarak mı dedi ne?
Sabahtı, ilk dakikalar bir arkadaşının sorumsuz davranışıyla başladı.
Ona sinir olmuş, biraz yüksek sesli konuşuyordum.
Birden senin ödevini kontrol etmek istedim,
Ve yapmadığını görünce biraz sesimi yükselttim.
Biliyordum yine yaşlarını düşüreceğini.
Bunun için tam hazırlanacağın zaman ağlamaya,
"Sakın ağlama! Sana kötü bir şey demedim!"
Ama dolan gözlerden süzüldü yaşlar ve o içli ses...
Ve işte ders...
Merhamet damarım kabarıp,
Seni sarıp sarmalayıp, gözlerindeki yaşı silerken
Yüreğimi burkan, sevindiren, hayrete düşüren
Velhasılı beni renkten renge sokan o tablo...
Senin yaşlarını sildiğim parmağımı alıp kurulaman
Ve tutup öpmen, ona sarılman...
Ya daha ne denir sana
Yaşı küçük, yüreği büsbüyük şefkat abidesi?...
Anne yüreklidir bu nesil
Canına, ruhuna kurban oluna ey Nesil!..”
Bir başka gün, diğerkâmlık bir vechesini tecrübe etti öğretmen. Okul paydos olup öğrenciler dağılırken bir öğrencinin montu olmadan okuldan çıktığını gördü. Hava soğuk, yerler çamur ama bu ne biçim bir sorumsuzluk?... Tam öğrencisini uyaracakken fark etti, onun montu diğer arkadaşının üstünde. Hayretinin hayranlığa dönüşüne de şahit olacaktı, işin aslını öğrenince. Zira arkadaşının çamura düşüp montunu ıslattığını gören ve “Onun evi benimkinden çok uzak. Öyle giderse üşür.” Diye düşünerek üstündeki montu hiç düşünmeden arkadaşına veren bu çocuğun diğerkâmlığına hayran olmamak mümkün mü ki?...
İ’sarın, yani kardeşini kendinden önce gören bu yaklaşımın örneklerini sadece öğrencilerde görmedi öğretmen. Velileri ve köylüleri de aynı ruh dünyasına sahipti. Zaten ona öğrencilerinin durumunu sormaya gelen her veliye söylediği şey bu değil miydi: “Bizim işimizin biri talim, diğeri terbiye… Siz terbiyeyi olabildiğince verebilmişsiniz çok şükür. Bize de sadece a b c’yi öğretmek kalıyor ki, işimiz kolay.” Köylü öğretmenin sütünü, peynirini, çökeleğini, yoğurdunu, kavurmasını, sıcak yufka ekmeğini paylaşmaktan geri durmuyordu. Verirken de minnetle değil, padişaha sunduğu hediyesinin kabul görmesi için uğraşan birinin hissiyatıyla veriyorlardı. Vermenin lezzeti, o nimeti yemekten daha lezzetliydi onlar için. Zira imam haklıydı. Öğretmenin içtenliğine karşılık onlar da öğretmeni kendilerinden biliyor, yuvalarından bir fert gibi görüyorlar, evlatlarından, kardeşlerinden ayırmıyorlardı. Hele en yakın komşusu olan velisi…
Köyde fırın olmazdı. Herkesin kendi ocağı vardı ve burada yufka ekmek yapılırdı. Açık pide ekmek, köy evlerinde yedek ekmek stoğunun diğer adıdır. Köylülerin asıl ekmeği olan yufka ekmek olur da tükenir, imkan olmaz diye şehirden alınan açık ekmekler buzluklarda saklanır, bir daha ki yufka ekmek yapımına kadar onunla idare edilirdi. Günlerden birinde öğretmenin ekmeği tükenmiş, yeni ekmek getiren de olmayınca makarnayla idare etmişti. Su doldurmaya gittiği bir vakit, velisi olan kadın da sofra bezini çırpıyordu. Nasıl olduysa aklına geldi kadının ve soruverdi: “Hocam ekmeğin kaldı mı?” Öğretmen idare ettiğini söylese de halden anlayan kadın koşuverip elinde bir poşetle geliverdi. Öğretmenin mahcubiyeti, poşeti açarken daha da arttı. Zira kadının verdiği, açık ekmekti. Öğretmen itiraz edercesine “Ama abla bu ekmek senin son ekmeğin belki de. Olmaz, bunu kabul edemem.” dese de kadın, itirazları kabul etmedi. “Hocam hayır biz bir gün farklı bir yemek yeriz. Ama hocam… Sen bu gece yatağına aç geçersen, ben “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diyen Peygamber’in (Sallallahü Aleyi vesellem) ) ümmeti olan ben… Ben helak olurum hocam. Ne olursun bunu benden kabul buyur.”
Duydukları karşısında ne yapacağını şaşırmış bir şekilde hareket ederken kalbindeki birikimin taşkınlığını gözlerinden saklamaya çalışan öğretmen, haşyetle adımladı evinin yolunu. Kuşların uçtuğu, fakat kervanın geçmediği bu köydeki en yakın komşusundan ayrılırken düğüm düğüm olan boğazına, Kızılağaç’ın o keskin ve insanın içine ferahlık veren rüzgarı da fayda etmedi. Ve düşünüverdi: Sorsan burası terör bölgesi, sorsan buradakiler insan değil, köyün adını ansan 5 km öteden kaçarsın, ama ya bu yaşadıklarım?... Bana yaşlısından küçüğüne, kadınından erkeğine insanlığın dersini veren bu yüce ruhlu insanlar da neyin nesi?
Bu satırları okuyan yurdumun herhangi bir bölgesinde yaşayan insanların en büyük kabuğu, önyargısı çatlar mı bu anlattıklarımdan bilmem ama, bin bir öğretmenin tecrübesiyle sabittir bu hakikatler. Eğer bozulmamışsa yürekler, eğer menfaat ve önyargı yoksa tavır ve davranışlarda, bu köy insanlarının o tertemiz mayası ile nice gönüller pişer. Ve yuva olur, sığınak olur, barınak olur her bir fert. Canından öte korur sizi o köylüler. Ve size “eti senin, kemiği benim” dercesine bir itimatla emanet eder kuzucuklarını. Yeter ki içinizdeki samimiyeti hissettirebilin. Görün bakın bu vadide ne zambaklar yetişir. Zira ... Zambaklar, en ıssız yerlerde açar.