Dünyanın en uzun hüznü yağıyor
Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne
Diyerek başlamıştı şiirine, Erdem Bayazıt. Çağımıza ışık tutacak denli büyük bir girizgâhtı bu. Zira vaziyetimiz haraptı, bizler bunun farkında dahi değilken. Yorgun ve yenilmiş insanlığın bir yerlerde patlak vermesi gerekiyordu sanki. Bunca acının, sancının, zulmün, açlığın, açıklığın, araları ayırmaların, adam kayırmaların, savaşların, dövüşlerin, yite yite ölüşlerin, vicdansızca öldürüşlerin, hakka tecavüzlerin, yılan ısırığı türevi yalanların, çekişmelerin, çekiştirmelerin, nefretin ve yitirilmiş insanlığımız adına daha sayamayacağımız nice haletin, bir tauna gebe kalması kadar beklenilesi bir şey yoktu. Böyle bir arayışın girdabında boğulurken insanlık, bir ayetin hakikati ve dahi dehşetini gözler önüne serdi Rabbimiz, kevnî-tabii versiyonuyla:
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum Suresi, 41. Ayet)
İbret almaya azmetse her bir an, zaman, mekân dahi ona büyük hakikatleri beyan ederken; bunları duymamaya çalışan insanı, bir şefkat tokadıyla aslına döndürmenin sebebi nedir acep? Çünkü insan, nisyanın kardeşi… Unutmak yazılıdır kaderinde. Hatırlaması gerek, yoksa yok edecek kendini ve etrafını, mahv-u perişan eyleyecek. Bu sebeple bir ihtarname sunulur musibetlerle. Ziya Paşa’nın o meşhur vecizesini tekrar etmekte yarar var: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirle uslanmayanın hakkı kötektir. Velhasıl-ı kelam, tüm dünya insanlığının üzerine yağan musibet yağmurunun en önemli vesilesi, ibret alma eksenli ders veriştir. Ya ibret alınma, ya da ibretlik olma… Peki ibret alınacak şeyler neler, bunlardan bazılarına köşemizin izin verdiği kadar bir göz atalım.
İnsan, dağların dahi yüklenmekten imtina ettiği sorumluluğu üstlenecek cesarette ve kibirde bir yapıya sahip. Özellikle milenyum çağında teknolojinin gelişimiyle önünde herhangi bir engel kalmadığı vehmine kapılan büyük (!) güçlere, gücün kimde olduğunu gösterdi Rabbimiz. Nemrut’u yok eden topal sinek hadisesi, boş bir hikâye değildi nitekim.
Doğada bir sinek türünün yok olmasıyla dünyanın sonunun gelebileceğini biliyoruz. Fakat insan neslinin geçici süre dahi olsa yok olmasıyla tabiat bırakın yok olmayı, kendine geldi, kendini yeniledi, yüklerinden arındı, atmosfer temizlendi. Kendini vazgeçilmez sanan insanoğlunun aslında kıymeti harbiyesi yokmuş demek, ekosistemde. Peki ya kendi ekosisteminde? Hayatın duracağını hayal ediyorduk değil mi, evlere kapanmak zorunda kalacağımız için. Aksine bizsiz de dönüyormuş düzen. Ne de büyütmüştük, kendimize ne büyük değerler atfetmiştik oysa. Oysa bir nefeslik yok oluşumuzun dahi etkisi üç günden sonrasında tesiri yokken gönüllerde ve çoğu kişilerin sadece helva yeme vesilesiyken asıl, acaba kendimizi bu kadar vazgeçilmez sayma vehmine kim düşürdü bizi? Vazgeçilmezlik duygusu, insanüstü, bilahare insan dışı bir varlık tanımlaması sunmadı mı benliklerimize? Burnu havada gezenlerin burnundan nefes almaktan aciz bir konuma düşmesi, yeryüzünün tanrısı(!) olduğunu iddia eden Firavun’un ibretlik hikayesinin, eskilerin masalı olmadığını bizlere göstermedi mi?
Dişlerimizin varlığını, düzgün çalışma sistemini, çiğneyebilme yeteneğini, ancak dişimiz sızladığında anlarız. Zira insan, bir şeyin varlığının kıymetini, ancak yokluğunda kavrar. Bizler de dünya tamahına o kadar yüklendik ki, kıyametler koptu. Sebebi açları doyuramamak değildi, tokları doyuramamaktı. Zira karnı aça bir ekmek yeter, gözü aça bir dünya yetmez. Rabbimizin verdiği birçok nimetin kıymetini, ancak daha azıyla imtihan olunca anladık. Bıldırcın etiyle kudret helvası dururken illa da yerin bitirdikleri diye tutturan İsrailoğullarının müstahak olduğu azap, bize de uğramaz mı sandık?
Yolcuyduk bu dünyada. Bir tarlaydı dünya, sürüp gidecektik. Deniyet, yani alçaklık mekânı olmasa, Rabbimiz, bizi anavatanımızdan buraya düşürüp sa’y ettirir miydi? Fakat olmadı, yapamadık. Reklamlarına kandık, içine daldık, bal yiyen karınca gibi. Ucundan azıcık alsak, dünyamızı da kazanacaktık, ahiretimizi de. Kırdık, hak yedik, yetim malına göz dikenlerimizde oldu güçsüz gördüğü için, adam kayıranlar da. Oysaki hepsinin son durağında ne cep vardı, ne cepken… Vermenin erdemi ve bereketinden uzaklaştıkça da uzlaşılamayacak iletişim boşluklarının içine düştük. Zenginin mağrur, fakirin mağdur edebiyatı parçaladığı şu düzende, anarşi kol gösterdi. Herkes birbirinin olana tamah edince de tutuştu bir velvele. Oysa dünya, bir deneme yurdundan gayrı değildi. İçine dalanlar, mücadeleye takatleri kalmadığından iyice dalarken, bırakın yüz çevirenleri, azıyla iktifa edenler dahi azınlıktaydı. Belki de o azınlıktakilerin hatırınadır kurtuluşumuzun reçetesi olan ve bizi kendimize getirecek olan musibetler. Zafer, ümitsizlik çukurunun yanına yanaşmayan, hakkı ve sabrı tavsiye eden o azınlıklar grubunun olacak, biiznillah. Yoksa Talut ve ordusunun nehir kıssası, mitolojik bir sembol müydü sadece?
Velhasıl-ı kelam, kıssaların güncele yorulduğunda ne hikmetler barındırdığını görmek açısından önemli ibretler barındırıyor bu süreç. Kur’an-ı Kerim’in misalleri içinde, nice timsalleri barındıran hoş ve derin emsâl var. Süreçten çıkarılabilecek nice ibretler de hazır. Biz iyisi mi bu yazıda bunlarla iktifa edelim. İbret alabilenlerden olmak dileği ve duasıyla…
Rabbim Kitaptan ayırmasın!