Uzun ince bir pazar yolunda, dünyanın telaşesine kendini kaptırmış bir vaziyette ilerliyordu. Sonra birden durdu, bir şeyler beğendi. Tam beğendiği şeyi alacakken arkasında birinin olduğunu farketti. Evet evet arkasındaki kişi, ona zarar verecek biriydi. Yüzyüze geldiler ve adam onun sırtına gelecek şekilde bir iğne enjekte etti. Adamı kavradı, yakasından tuttu sıkıca. Tam yumruğunu vuracakken halsizleşti, mayıştı. Sonra kaçtı gitti o adam. Ama o... O yerinden hareket edemiyordu. Ve öylece acı içinde kıvrandı.
Derken uyandı sonra. Aman Allahım bu bir rüya mıydı? Ama ne de etkileyiciydi... Ya peki anlamı neydi? En son okuduğu kitap, Dan Brown’ın Inferno(Cehennem)’su onu çok etkilemişti anlaşılan. Nasıl etkilemesindi? İlahi Komedya’nın üstadı Dante’den, Vasari ve Botacelli’den gizem dolu mesajlarla kurgulanmış ve kişiyi sürümcede bırakıp son dakika golü attıran; insanın ne kadar fesatçı olduğu, hayatın aslında bir cehennem tasviri olduğu gerçeğini anlatan oldukça etkileyici bir kitaptı okuduğu. En sonunda açıklama buldu kendince: “İnsan insanın kurdudur” anlayışının hakim olduğu bir kitabın etkisinde kaldığından dolayı bu rüyayı görmüştü ve çok da kafaya takmaya gerek yoktu. Derken giyindi, kuşandı ve işlerini halletmenin telaşında unutacağını sandı o rüyayı. Aklına getirmedikçe gelmiyordu o iğnenin ağrısı. Ama geldiğinde de beynini yiyordu kurtlar. Çiğ düşüncelerin, zihin midesini bulandırdığına şahit oluyordu. Ne olabilir bu, ne?...
Günlük işlerini hallettikten sonra birinin bir poşet karnıbaharla yolun öteki tarafına geçtiğini gördü. Evet uzun zamandır karnıbahar yememişti. Canı da feci bir şekilde karnıbahar çekti. Ayakları onu pazara çekti. Yolda giderken bir an “Ne de garip. Rüyadakiyle aynı görünüme sahip bir pazar.” düşüncesi geçti aklından. Sonra “Yok canıım, sadece bir rüya o ya! Rüyalar aleminde yaşamıyoruz.” diyerek kendini avuturken “Rüya müya... Tebdirli olmak gerek. Cüzdanı bir kapkaççıya falan kaptırırsak bütün herşey gider. Emniyeti sağlamalı.” düşüncesiyle hareket etmeyi de ihmal etmedi.
Ve bulmuştu karnıbahar satan adamı. Seçtiklerinin parasını verdi ve yoluna devam etti. “Her şey güzel gidiyor bak. Rüya gerçek olsaydı şimdiye biri sana zarar verirdi. Demek ki neymiş? Her rüyaya inanmayacak mışız!” diye geçiriyordu içinden. Birkaç çocuk gördü, sevgiyle gülümsedi onlara. Yaşlı teyzelere yardımcı olmaya çalıştı. Derken...
Dehşete düşüren bir sahnenin içine düştüğünün farkına vardı, yanındaki insanlar olmasa da... Evet dehşete düşüren o sahnede bir kişi vardı. Ona bakıyordu, sadece ona... Ya da o an öyle algılıyordu. Ve Derviş görünümlü o adam, esrarengiz gözleriyle kahramanımızın kalbini oymaya başlamıştı sanki. Dehşete düşüren bakışlar kanı donduruyor, kanı donduran o görüntüyle beraber kalbi durduran bir ses çıkıyordu o Dervişten: “Ölüm yakın! Ölüm yakın!”
Bakakalmıştı o Dervişe. Sanki rüyaları gerçek oluyordu. Evet biri gelmiş ve onu sırtından değil ama kalbinden felç etmişti gözleriyle. Herkesin bildiği, bildiği halde pek dikkat kesilmediği bir hakikati haykırıyordu o Derviş: “Ölüm yakın! Ölüm yakın!” Ne de içten, ne de etkileyici, ne de yeryüzünü altından alıp, mahşeri atmosfere itici bir söz...
“Ölüm yakın!”demekle kalmıyordu o Derviş. Aslında anlatmak istediği şey şuydu belki: “Öbür tarafa ne hazırladın?” Sanki şunu da demek istiyordu: “Sen kendini ölümsüz mü sandın?” Ya da şunu: “Nedense ölümü görmemeye çalışarak aldandın.”
Ah ne dehşet bir tablo çizmişti ona, o meçhul Derviş. Dante’nin İnferno(Cehennem)’sunu aşan bir gerçeklikteydi. Sanki Vasari’nin dediğinden de ziyade,daha içten “Cerca Trova(Ara ve Bul)” diyordu Derviş, ona. Botacelli’nin müthiş algılayışının ürünü olan La Mappadell’İnferno(Cehennem haritası)’su kadar dehşetliydi yüz hatları. Evet o tablo, ölümden sonraki hayatın şimdiye dek yapılan en dehşetli resmi olabilirdi[1] Fakat Derviş farklı ve daha etkileyici bir söz söylüyordu. Yaşanmışlığın verdiği bir izdi onunki. Ya da zikir yoluyla ölümün hikmetlerini kavrayışın belirttiği yüz ifadesiydi, etkileyici yönü.
Ölüm yakın!...
Hücrelerine kadar donmuşluğun bir de uyanmışlığı olmalıydı. Ve uyandı o dehşet verici atmosferden kahramanımız. Yorgun bir savaşçı gibi süzüldü yollara. “Ölüm yakın!” dedi ve anladı yaşamın kıymetini. Anladı neden dünyaya geldiğini. Anladı bir kul olmakla yükümlü olduğunu. Ve anladı ölümün kasvetli bir görünüşünün ardında tatlı bir sonunun olduğunu. Evet evet, bunların hepsini o gözlere bakarken gördü, düşündü, hissetti, kalbine dokudu. Öteki gün arkadaşlarıyla muhabbet ederken bu olayı anlattı. Arkadaşları “Bu nasıl bir tebliğdir? Doğru bulmuyorum. İnsanları korkutarak bu din anlatılmaz.” gibi yorumlarda bulundular ancak onun anlamak ve anlatmak istediği şey çok ama çok farklıydı. Babası onu ziyaret etmişti bir iki gün sonra. Olayı tüm heyecanıyla anlatmış ve babasından şu doyurucu yorumu almıştı:
“Vardır her şeyde bir hayır.” Ve tam 5 gün sonra bir haber…
Dedesi, annesinin evine gitmiş, evlad-u iyalini yakınına toplamıştı. Herkes mutlu huzurlu bir halde iken dedesinde bir sıkıntı: ayakları elektrikleniyordu. İlginçtir, herkes sıcaktan bunalırken dedesi üşüyordu. Sohbet muhabbet derken, kızının olanca ısrarına rağmen, söz verdiğinden dolayı oğlunun evine gitmeye karar verdi dedesi. Arabaya bindiler ve yola koyuldular. Dedesinin bir huyu vardı: Uykuya dalınca başı önüne düşer, çoğu zaman horlar, akabinde hemen hanımı tarafından uyarılırdı. Ama kesinlikle uyuduğunu kabul etmez, “Ne uykusu! Ben uyumadım.” derdi. Yine aynısı olmuştu. Fakat tek bir farkla... Yine uyumuştu fakat hanımının olanca uyarı ve ikazına “Nedir bu uykuculuğun! Bak eve yetiştik.” diye diye söylenmesine yanıt vermiyordu. Hanımı sinirlenip sırtına vurunca her vakit yaptığı refleksi de geliştirmemişti. Ve darbenin etkisiyle öne yığılmıştı bir ceset gibi… Bir ceset gibi… Evet uykusunda bulmuştu onu, bu kan donduran hakikat. Bir tarafta ölüm sessizliği, diğer yanda en tiz formda “Ebi…YeeEbi…(Baba)” çığlığı, kızından… Hastaneye götürmek de fayda etmedi. Ne bir an ileri, ne bir an geri… Hiçbir canlının kurtulamayacağı o malum ve vakti meçhul son… Ardında en büyük başlangıçları ihtiva eden o derin son…
Annesi vermişti haberi: “Deden aramızdan ayrıldı oğluuum. Deden vefat etti…” Bu sözle önce bir şok geçirdi, sonra da yıkıldı olduğu yerde… Derviş geldi aklına… “Ölüm yakın!”… Sustu… Dervişin o derin derin bakan gözlerinin ardında saklanan dehşetli bakış, hayalinde canlandı tekrar. Demek birkuruntu değil, gerçeğin ta kendisiymiş, dervişin dedikleri. Bunu aynelyakin anlaması için dedesinin vefat etmesi gerekiyormuş demek.
Biletini aldı, memlekete doğru hareket etti. Yolda dedesiyle olan anıları canlandı. İlginçtir, dedesiyle yaşadığı bir tane dahi kötü anısını hatırlayamadı. Zorladı zihnini, bulamadı. Ne kadar da ince kalpli, alttan alan, insanlara sevgi dolu, Rabbine itaatkar bir dedesi vardı öyle… Sevgi dolu olduğundan mıdır bilinmez, öfkelendiğinde nasıl kızılacağını bilmezdi. Her daim namazı ikame eden bir zattı. Köy Camiinin müezziniydi. Ne medreseden aldığı bir ilim vardı, ne de icazı… Ve yalan yok, hasbi okuduğu ezanların ne Nihavendi vardı ne de Hicazı… Ölçüsüzdü okuyuşu ama kalbinden süzdüğü bir lisan ile kalplere nakş olunan en derin manaya sahip ezandı, okuduğu. Harf Devrimi’nin en karanlık çağını yaşadığından mıdır bilinmez, Kur’an da okuyamazdı. Her şeyi Türkçeden okurdu. Torunlarını çok severdi. Torunları da onu…
Ve memleket yolu göründü… Memlekete en istemeye istemeye geldiği gündü bugün. Babası onu karşıladı. Sarıldılar. Babasının gözü yaşlı, gözbebeklerinin etrafı kan kırmızısı… Babası “kimin taziyesine geldin oğlum?” diye sordu. Bu nasıl bir soruydu öyle? Babasının sorusuna bir türlü anlam veremedi. Babası, anlamadığından olacak, tekrar etti sorusunu. Bir şey daha ekleyerek “Kimin taziyesine geldin oğlum? Dedenin mi, Amma Alye’nin mi?...” O şokta: “Amma Alye de mi vefat etti?...” dedi. Babası hıçkırıklarla cevapladı: “Evet, Amma Alye de… Derviş haklıymış. İki ölüm… Bir gün arayla iki ölüm… Hiçbir şey yokken iki ölüm…”
Dedesi vefat edince kefen bulamamışlar ona. Baldızı Amma Alye hemen vermiş, “kefenim feda olsun kardeşime” demiş. Tüm gün defin işlemleriyle ilgilendiklerinden, herkes çok yorulmuş. Amma Alye de… Evine çekilmiş o da. Oğlu, ne halde olduğunu sormak ve isterse kendi evine getirmesi için torununu göndermiş. Biraz sonra bir telefon… Torunu, dehşet ve korkunun verdiği aceleyle şehadet getirtmişninesine. Neler oluyordu öyle? Ninesi son anlarını, torununun kucağında yaşıyormuş. Oğul da torun da ne yapacağını bilmez bir halde… Ve yine tecelli etmiş kan donduran hakikat… Ve torununun ağzından, babasının duyabileceği mütevekkil bir söz çıkmış: “İnnalillah ve inna ileyhi raciun…”
Bir gün arayla iki ölüm… Evet ölüm yakındı zaten, lakin iki ölümün yakınlığı, sebepsizliği, bir andalığı… Bunu nasıl açıklar insan? O dileyince bir şeye ol der ve o da oluverir. O dileyince torunun rüyasına olacakları önceden telkin eder, koca pazar içinde dervişle karşılaştırır, dervişin gözlerine baktırır, dervişin sözleriyle kalbini vurur ve hükmünü tecelli eder, hem de arka arkaya. Peki ya sonraki sıranın ona gelmeyeceğine ne kadar emin olabilir insan? Hem şu an gelmemesi, geleceği gerçeğini değiştirmezken ne kadar da kendisinden uzaktaymış gibi yaşar?
Evet ölüm hak ve muhakkak. Lakin ölüm sadece bir perde... Sevgililere ve En Sevgili’ye ulaşmak için aralanması gerekilen bir perde… Yoksa içinde yaşayıp ölünen dünya da ölümlüyken, bunun aksine sonsuza kanat açan bir ruh varken herkesin içinde, nasıl olur da dünyada kalmak ister insan? Evet hayat, çoğu zaman bakış açılarında gizlidir. Kimine hüzün olan, kimine göre düğündür. Bu sebeple ölüm gününü Şeb-i Aruz olarak görmüştür Mevlana. Her ezandan sonra Peygamberimiz için ettiğimiz dua da, Refik-i âlâ yurdundan bahsederiz. Dünyanın eleminden, kederinden, imtihanından, belasından kurtuluş ve cennete, dostlara ve en önemlisi “Yüce dost”(C.C.)’a ulaşmanın derdindedir her mümin. Bu sebeple alimlerden biri demiştir ya: “Sen doğarken alem gülmüş, sen ağlamıştın. Öyle bir yaşa ki, öldüğünde alem ağlasın, sen gül. Son gülen, iyi güler!” Bizim medeniyetimizin ölüme bakış açısı buydu işte.
Evet belki de Dante haksızdı. Belki de Botacelli içindeki Cehennem’in etkisinden dolayı, insanlara ölümün cehennemi yansıtan tablosunu daha bir etkileyici çizmişti. Onların yanıldığı buydu. Ve bu yanılgının kurbanı nesiller yetişti onların kültürlerinde. Büyük sorumluluklar, büyük kaçışları getiriyordu ya. Onlardan sonraki nesil, ölümün cehennemi andıran gerçeğinden sıyrılmak için dünyevi zevklerin içine sürüklendi. “Gençlik bir kere yaşanır. Özgürce yaşa!” dediler, “anlamlı yaşa” yerine. “Can benim değil mi, istediğim gibi yaşarım” dediler, emanet algısının unutturulduğu benlikleriyle. “Zevklerinin peşinden koş!” diyerek sefilliğe sürüklendiler. Ve sürüklettiler, onları örnek alan bizi.
Hayatı tam olarak yaşamayan, fakat ölüme de tam hazır olamayan bireyler haline geldik, getirildik. Oysaki bizim, Necip Fazıl’ın dediği gibi “Ölüm ne güzel, perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber”mefkuresiyle süslü bir ölüm anlayışımız var. Ve ölüm, Peygamber(SAV)’in “Lezzetleri acılaştıran ölümü anın” hadisiyle daha bir anlamlı hale gelir. Bunun içindir ki mezarlıkları şehrin ta merkezine yerleştirdik, “Şer gibi görünenlerde hayır, hayır gibi görünenlerde şer vardır” ayetini kıstas alarak. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalıştığımız dünyaya, bir an gözlerimizi kapayacağımızı hatırlattı bize mezarlıklar. (Umarım bir dahaki sefere mezarlıklara bakarken bu bakış açısıyla bakmayı ihmal etmeyiz.)
Sonsuzluğun müjdecisidir ölüm. Ölümsüzlük iksiridir ölüm. Acılıdır, sancılıdır fakat sonsuz güzelliklerin de medarıdır. Dostlarla buluşmanın bir eşiğidir. Kevser’de ellerinden kana kana su içmenin özlemini içimizde capcanlı tutmaya çalıştığımız Resulullah’la buluşmanın eşiği...
Bir imtihanın başı olan yaşamın ilk anları, ne kadar da yakın, dün gibi geliyor bize değil mi? İşte yapmamız gereken şey, ölümü de o derece yakın bilip, saflığımızı yitirmemeye özen göstererek, Rabbe kulluğun bilincinde olarak ve insanlığa ulvi değerler katmayı hedefleyerek yaşama azminde olmak. Ve en önemlisi de madem ölüm tek bir defa gelecek, yalnız O (C.C.)’nun için ölmeyi arzu etmek...