Yaşasalardı, öleceklerdi yine
Öyle bir ölüm sundular ki
Ucunda hayat kokan
Yaklaş hadi! Biraz daha yaklaş, biraz daha...
Umudunu üzüm hoşafına katık edenler diyarından selam gönderirim sana ey dost! Kınalı kuzular diyarından... Kim bilir toprağa düşende kaç yiğit yerime geçti de sayıkladığım ayetler yetişti imdadıma... Sen bilmezsin ey dost! Ölüm ki şah damardı, yaşam ki annenin hasreti, yavuklunun gözyaşında kirpiklenen seda... Ahhhh!...
Seneler seneler önce bir bilge liderimiz vardı. Batı’nın domuz iştahlı sömürge ruhuna çare, onları birbirine düşürmekti, biliyordu bunu. Ve oynadıkları oyunları başlarına yıkmaya karar verdi. Lakin gel gör ki afacan tıfıl askerleri, bu büyük liderin başından aldılar devleti ve film o an koptu. Afacan tıfıl derken boşuna demedim işte. Oyunun kumandasını elinde bulunduracakken, kumanda olmaya yeltenen kumandanlardı onlar. Ve ülke, tarifi imkânsız bir boşluk içine düştü. Savaşa girdi ve güvendiği dağların hepsine kar, tane tane düştü.
Geldiler, boyun büktüler o büyük liderin karşısında. Hapsettikleri lider durumun vahametini gördü, vaziyeti öğrendi. Evet İstanbul’a geçememişlerdi. Çünkü Çanakkale geçilememişti. Durumdan haberdar olduğu gibi “Ne yaparsanız yapın lakin Çanakkale’yi teslim etmeyin. Çanakkale giderse İstanbul, İstanbul giderse ülke gider” dedi. Afacanlar ilk kez büyük sözü dinledi ve çoğu güçlerini seferber ettiler. İşte bizim de hikâyemiz burada başlıyor dostum.
Gençtik, kanımız kaynar derecede... Sevdiğimiz, bağımız bostanımız, ekmek bekleyen kardeşlerimiz vardı. Genç olduğumuz kadar, vatanımıza da âşıktık. Uğrunda canımızı vermeye hazırdık. Gençliğimizin en sıcak anında bir kararla Gelibolu’ya gönderildik. Dönmeyi düşünmeden! annelerin gözyaşları, babaların “sen gitmezsen vatan öksüz kalır” sözleriyle gittik. Yolda giderken yoldaşlarımın gerçekten de zor şartlar altında gelişini görünce derin bir şok geçirdim. Yiyecek gıdası, giyecek elbisesi olmadan cepheye koşan bu yiğitlerin gözlerinde parıldayan şey de neydi? İnsan neden ölüme koşarak gider ki? Ben de sen gibi düşünüp dururken bir komutan bağırdı: “İman en büyük imkândır! Hadi aslanlarım!” Sahi ya! İman en büyük imkândı ve de hakiki manada bir imana sahip olan kişiye-topluluğa bütün dünyanın orduları gelse galip gelemezlerdi.
Bu tezi doğrulayan vaziyetler bir bir ortaya çıkıyordu. Dünyanın her yerinden Avustralya’dan, İngiltere’den, sömürgeleri olan ülkelerden, Çanakkale’den geçip İstanbul’a demirlemeye gelen yüzlerce gemi, milyonlarca asker... Bir değil, iki değil. Savaş öyle çetin ki bizim şehadetimizden birkaç yıl sonra İstiklal Marşını yazacak olan Akif, Çanakkale Şehitlerine adlı eserde durumun vahametini yaşar vaziyetteydi sanki. Hadi gel, onunla hasbihal edelim halimizi.
Vahşet! Bu durumu tarif etmek için yetersiz ama gerekli bir kavram.Biz orda vahşeti gördük be dostum! Bilmem ne ırktan insanlar ve karşılarında tek bir millet.O zamanlar Türk-Kürt-Arap-Çerkez yoktu. Herkesin tek bir ismi vardı: “Müslüman Osmanlı tebaası”. Bunun içindir ki savaşırken can cana kan kanaydık, ölürken de öyle. Sahi yaşamanın ölmekten zor olduğu anları bilir misin? Ben yaşadım!
Çok iyi hatırlıyorum. Bir top atılmış ve küçük çapta yaralanmıştık. Bizi revire götürürken o dehşet manzaralarını görünce içim yandı. Bir tarafta yüzü parçalanmışlar, öbür tarafta kolu-bacağı kopmuş, geleceği kopmuş, umutları kopmuş çocuk yaşta genç delikanlılar... Her yer kan revan, her şey sarpa sarıyor. Bu kadar vahşet içinde ben yaramın varlığını dahi hissedemedim ki. Doktor desen hangisine yetişecek, hemşire desen hakeza öyle... Yiyecek içecek sıkıntısı bizleri en çok yaralayanlardandı. Fakat bu sıkıntıların hiçbiri, İngilizlerin “Hilafet elden gidiyor! Hilafeti korumanız için bu milletle savaşmalısınız!” propagandasıyla kandırılan Müslüman kardeşlerimizle savaşmak kadar yıkmadı bizi. Mimsiz medeniyet tezahürü Avrupa, hakikaten yüzsüzdü. Her türlü gelişmiş silahlarının en gelişmişi nifaktı. Savaş çetin, imkanlar çetin, bizde ise pek adamakıllı bir şey yoktu. Lakin...
Lakin yenemiyordu kefere bizi. Bir ölüyor, bin diriliyorduk sanki. Allah, rahmetini esirgemiyordu bizlerden. Bizler her türlü galiptik ki zaten. Ölürsek şehit, kalırsak gazi olurduk. Ve vatan kurtulurdu. Ve biliniyordu ki ölümden korkmayan, hakikatte hiçbir vakit ölmez. Şehadetin kerameti bundandı. Can verir şan alırdı şehit. Şimşek şimşek bombalar; toplar, tüfekler dolu gibi; yağmur yağmur yağan mermiler... Hiçbiri ama hiçbiri gözümüzü korkutmadı dostum. İşte bundandır ki ne kadar yenmeye çalışsalar o kadar yeniliyorlardı.
Savaş kızışıyor, devrin en gelişmiş teknolojileriyle savaşan bu adamlar, sağlam bir kayaya vurduklarını anlıyor ve daha çok donanma, daha çok asker, daha çok mühimmatı yığıyorlardı. Ve savaşın en kızıştığı anlar, metrekareye 6 bin mermi atıyordu kefere. O kadar vahşet dolu bir manzara. Biz mi? Bizse yurtlarından sebepsiz yere getirilip savaştırılan düşmanın mazlum askerlerine geceleri yemek, ilaç gibi eşyalar atıyorduk. Öyle çok zengin olduğumuzdan falan değil ha! Sebebi belliydi aslında: onlar da candı. Öyle bir imana sahiptik ki bizi öldürmeye gelenler bizde hayat buluyorlardı. Çanakkale, insanlığın da destanıydı velhasıl...
Gelmiş kurulmuştu boğazımıza düşman. Biz yine hamd ettik ve de sabrettik. Çünkü düşman dışardaydı bizim. Üzüm hoşafı, iki güne tek ekmek, un çorbası... Bunlar dayanılırdı inan. Geçip gider bunlar. Ve Rabb bizleri sevdi. Bu kadar büyük donanma, silahlar ve askerlere karşı bayrağı indirmedik, “Çanakkale geçilmez” dedik. Kara kuru, üstü başı yırtık, ayakkabısı delik, her tarafı toz duman içinde resmedilmiştik bizler. Hadi koy vicdanına elini. Hadi bir ses versin kalbin.
“Gerçekten de değer miydi bunca yoksunluk, çarpışma, yaralanma ve şehadet” dedirtiyorsunuz bazen bana. Bizlerin uğruna can siperane savaştığı değerlerin, sizler tarafından bir bir yok edildiğini gördüğümüzde üzülmüyor muyuz sence? Düşmanımız dışardaydı bilirim ve inan kolaydı işimiz. Sizin ise düşmanınız içinizde. Hatta düşmanlığınız da içinize, birbirinize. Tefrika bataklığına saplanmış bir milletin düşmana ihtiyacı yoktur ki? Vahdetin ne derece mühim bir şey olduğunu anlamanız için yeni bir Çanakkale mi yaşansın ey dost! Ama yok. Değil vatan için can vermeye, annesi su istese mutfağa gitmeye erinen ve savaştığımız medeniyetin kölesi olan bir nesilden bahsediyoruz değil mi?
Japonlar, ilkokula başlarken Hiroşima ve Nagazaki’ye götürülür ve “eğer çalışmazsanız ve ülkenin kalkınması için uğraşmazsanız sonunuz böyle olur” denir. Çanakkale ise sizler için nice dersler taşıyan bir abide olmalı dostlar! Dostlar bizim kurtarmaya azmettiğimiz ve uğrunda savaştığımız ve sonunda uğrunda öldüğümüz değerleri çiğnemek yerine, Asım’ın nesli olmaya azmedin. Kur’an ve sünnet yolunuz, Alparslan’dan, Ertuğrul Gazi’den başlayarak bu memleketi bizlere emanet eden bu yüce ruhlu insanlar da yolunuzun rehberi olsun. Özünüzde yaşaya yaşaya hayata aktarın güzellikleri. Bunu kendiniz için yapın, bunu vatanınız için yapın. İçiniz ürperse de bu anlattıklarıma, içinize sindire sindire yaşayın dediklerimi. Ölmek çok kolay çünkü.
Asıl mesele, ne için öldüğündür ey dost!