DİRİLT KALBİNİ - NOUMAN ALİ KHAN (Birinci Kısım)
Yüce Allah’ın(Celle Celalühü) 1440 küsur sene evvel Hazreti Muhammed(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aracılığıyla tüm âleme gönderdiği son Kitabı, son hitabı… Kur’an-ı Kerim…
Zaman ihtiyarladıkça gençleşen ruhu, sadra şifa ve derde deva tiryakı, kalpleri pir-u pak eden tılsımı, ibretler vesikası kıssaları, her biri hikmet dolu hükümleri ve mucizevî kerametiyle müminlerin imanını ve fasıkların fıskını artıran hak kitap…
Kur’an, havastan avama, ilk nesilden ahir zaman nesli olan bizlere değin birçok tabakaya farklı yönleriyle kendini izhar etmiştir.
Peki, Theodor Adorno’nun ‘Kitle Toplumu’ olarak tarif ettiği bizlerde, ağır din dili ile anlatılan Kur’an, ne kadar etkili oluyor?
Üretmeden tüketen ve hazır her şeye konan ‘Fast Food Nesli’nin de Kur’an’ın hikmet dolu ışıltılarına ihtiyacı yok mudur?
Ağır din dilinin restorasyonu nasıl yapılmalı? Ve daha önemlisi tebliğin dili, çağın ruhuna cevap verecek şekilde nasıl dizayn edilebilir?
Bu sorulara, Nouman Ali Khan, Dirilt Kalbini adlı eseriyle Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine sunmalı İslam’ı” veciz sözünü şiar edinerek bize cevap veriyor.
Genel hatlarıyla baktığımızda yazar, kitabını 5 bölüme ayırıyor. Duaya yaklaşım, birlik sorunu, finansal tutumumuzdaki tutarsızlıklar ve güncel meselelere değindiği kitabını, son olarak Müslümanların ahiret eksenli yaşama gereğini vurgulayarak bitiriyor. Kur’an’ın veciz ifadelerini, daha öncesinde dikkatimizi çokça çekmeyen bir bakış açısıyla değerlendirdiği kitabında, Arapça gramerin inceliklerini sunmayı da ihmal etmiyor. Aynı zamanda anlattığı konuları, günlük hayattaki örneklikle somutlaştırıyor. Sorunları anlatırken, kendisini de eleştiriden azade kılmıyor.
İlk bölümde yazar, duaya yaklaşımımızı sorguluyor ve duaya modern insanın sanki yemek siparişi veriyormuş da öylece bekliyormuş hissiyle yaklaştığı tespitini yapıyor. Oysaki dua, verenin Allah(Celle Celalühü), muhtaç olanın biz olduğunu itiraf ettiğimiz bir formdur. Hazreti Zekeriya, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim aleyhi selamların örnekliğiyle duanın ruhunu ve nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor. Hazreti Zekeriya’nın şahsında Allah (Celle Celalühü) katında imkânsızın ‘kun fe yekun’luk bir hükmünün olduğunu görüyoruz. Peki, kabul edilecek duanın anahtarı ne? Korku ve ümit arası bir ruh hali… Daha sonra yazar, Hazreti Musa (aleyhisselam) örneğinden tek sığınağın Allah (Celle Celalühü) olduğunu, bela gibi gözüken bir durumun içinde yapılan bir duanın nice hikmetleri barındırdığını anlatıyor. Kulun Rabbine tam itimat ile “bittim ya Rab!” diye iltica ettiğinde, Rabbimizin “yettim ya kulum!” nev’inden yardımını gözler önüne seriyor. Duanın görünen anlamda gecikmesinin hikmetini ise Hazreti İbrahim’in (aleyhisselam) Rabbinden Hazreti Muhammed'i (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) işaret eden duasının onlarca asırdan sonra kabul olunmasıyla açıklıyor.
İkinci bölümde Asr Suresinin özellikle son ayetindeki ‘tewasaw' kelimesi üzerinden modern çağın en büyük sorunlarından eleştiri, öğüt verme ve düşüncelerini ifade etmekten sakınma durumlarına parmak basıyor. Gerçek şu ki birine hakkı tavsiye edebilmek için, o kişiye öncelikle sevgi duymamız, o da yoksa en azından anlayışlı olmamız gerekir. Öyle olduğu vakit eleştirilerimiz hakikat ekseninde düşünülebilir. Saldırgan tutumla yapılan eleştiriler ise, muhatapta savunma mekanizması oluşturmaktan başka bir işe yaramaz. Tewasi kelimesinin bir özelliği de, tavsiye verdiğimiz insanlardan aynı şekilde tavsiye dinlemeye de açık olmaktır. Böyle olmadığı zaman sadece iletim olur, iletişim olmaz. Ve çoğu zaman konuşmaların formatı, karşıdakini bunaltan bir yapıdadır.
Peki ya sırf muhatap kırılacak diye doğruyu söylemekten vazgeçmek!?...
Hata insanî bir hal olmasına rağmen mümin kardeşini tavsiyesiyle hatasından çevirmemenin vebalini nasıl taşır ki insan? Üzmek ve üzülmek rağmına, hakikat namına doğruya taraf olmadığımızdandır belki de, bu mahvoluşlarımız. Zira kişi, uyarılmadığı veya destek gördüğü vakit, yanlışında daha bir ileri gitmekten çekinmez. İşte yapıcı bir dille hakkı tavsiye etmek, bunun önüne geçmek için gereklidir.
Yazar bu bölüme Hucurat suresi ile devam ediyor ve zan üzerinden hareket etmenin sakıncalarını bizlere anlatıyor. Her söylenen sözde ve her yapılan işte farklı manalar aramak ve olmamışı olmuş gibi görmek... İşte bu Kur’an’ın kaçının dediği davranış biçimidir. Zira zannın çoğu ziyandır. Ve zan, gıybetin-iftiranın yegâne anahtarıdır. İnsanın, din kardeşinin etini yemesi(gıybet) için önce onu kendi içinde infaz etmesi (zan) gerekir. Evet, çoğu zaman bir insanın değerini tek bir sözüne veya davranışına indirgiyoruz. Oysa birbirimizin kusurunu bulmaya çalışmakla meşgul olmak, güzelliklerin paylaşılmasına da imkân vermiyor. İmkân vermediğinden olsa gerektir, bunca yanlış anlamalar, birbirinin kuyusunu kazmalar, kamplaşmalar.
Liderlik ve itaat konusuna da değindiği bu bölümde özellikle Peygamber Efendimizin(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Uhud Savaşı'ndan sonrasındaki tutumunun üzerinden bizlere liderliğin nasıl olması gerektiğini öğretiyor. Düşünün bir kere savaştan önce yapmayın dedikleri her şeyi yapan ve bu sebeple arkadaşlarının şehid olmasına sebebiyet veren ashaba Hazreti Peygamber (Sallallahü Aleyhi vesellem)nasıl bir tavır takınmıştı? Hatada bağışlayıcı, yumuşak ve sonrasında hatayı örtücü tutum... Evet, bu Nebevi liderlik tutumudur ve maalesef bu konuda da sınıfta kalıyoruz. Zira kendimizi hak sahibi gördüğümüz alanlarda sinirlenme konusunda çok becerikliyiz. Oysa Peygamberin yumuşak tavrı olmasa, ashabın onun etrafından dağılacağını Kur’an bize bildiriyor. Kısacası Nebevi medreseden liyn/yumuşaklık dersi almamız gerekir. Devam edecek…