Görmek… Derinlik, genişlik ve uzamsal bağlamda görebilmek… Bakmanın bir üstü ama ondan apayrı yeti… Bakmanın görmekle eşdeğer olmadığını, madde-mana ayırımında hisseden insanoğlu için en derin manalar, Rabbinin ona verdiği mesajlarda olsa gerek. Ve Fatiha… Kur’anın özü olan Fatiha, insanın yaratılış önsözü gibi. Daha önce bir boyutuyla başladığımız fakat bir türlü devam etmeye fırsat bulamadığımız Fatiha Suresi’ne biraz farklı bir bakış açısıyla bakalım istiyorum, yeniden.Öncelikle kelime kelime, cümle cümle gideceğimiz bu analizlerin özü, Üstad Nouman Ali Khan’dadır. Ulaşmak isteyenler kaynağına bakabilir. Ben sadece dersinde not aldığım meseleleri kendimce değerlendireceğim. Rabbim şaşırtmasın.
Öncelikle bakacağımız ilk kavram, hamd…“Hamd”ı, bazı âlimler teşekkür anlamına gelen “şükür” ile, bazı âlimler de övgü anlamına gelen “sena” ile ifade eder. Fakat hamdın öyle bir yapısı vardır ki her ikisini kapsar ama ikisinden de aşkın bir kavramdır. Bu yönüyle diğer dillere tercümesi çok zordur. Şöyle örnekleyelim: Bir araba gördüğünüzde onu översiniz ama teşekkür etmezsiniz. Biri size bir iyilik yaptığında ise ona teşekkür edersiniz ama onu övmek zorunda değilsin. Örneği genişletmek gerekirse Kur’an anne baba hakkını anlatırken “onlara öf bile demeyin ama sizi şerre çağırdıkları zaman onlara uymayın.” der. Yani burada anlıyoruz ki birine teşekkür etmek, onu öveceğimiz, ona uymamız gerektiği anlamına gelmiyor. Bu yönüyle şükür, senadan ayrılır. Burada dikkat etmemiz gereken ikinci bir nokta ise teşekkürün bir iyiliğe bağlı olarak yapıldığıdır. Oysaki hamd için böyle bir zorunluluk yoktur. Bu yönüyle de hamd, şükürden ayrılır.
Bir başka konu da ayetin hangi formda geldiğiyle alakalıdır. Elhamdülillah, “hamd Allaha aittir” der. Bu da ayetin isim cümlesi olduğunu gösterir. Peki, burada dikkat etmemiz gereken şey nedir? Düşünün bir kere ayet “Ben Allaha hamd ederim-hamd edeceğim- hamd ediyorum-hamd ettim” formunda gelse hamd eyleminin kişiye ve zamana bağımlı olarak gerçekleştiğini görürdük. Bu da Allah’ı bizlere “hamd etme” konusunda muhtaç kılardı. Fakat cümle isim formunda olunca hamdetme eylemi zaman ve kişiye bağımlı olmadan varlığını sürdürür. Yani biz hamd etsek de hamd etmesek de Allah hamd edilecek konumda olduğundan, “hamd etme eyleminde Allah bize değil, biz Allaha muhtacız” anlamı çıkar.
Aslında bakacak olursak Fatih Çıtlak’ın da tabiriyle insan Allah’a hamdetmek için yaratılmıştır. Bu hamdetme halini ve efalini en iyi yapan kişi olarak da Hz. Ahmed-i Mahmud-u Muhammed (SAV) rehberlik etmiştir. Dikkat ettiyseniz hepsinin kökü hamd’den geliyor. Evet, Allah, övgü, sevgi ve teşekkürü en iyi O’nun hakettiğini ve bunu en iyisini Habibinin yapabileceğini ve Habibinin bu vesileyle de en çok övülen olduğunu anlatıyordur belki de.
İkinci kavramımız lillah… Allah kendini tanımlamak istiyor ve bunu öncelikle sıfatıyla değil, ismiyle yapmak istiyor ve “ben Allah’ım” diyor. Rahman ve Rahim olduğunu söylemeden önce kim olduğunu söylüyor. Örneğin insan biriyle tanışacağı zaman adı soyadıyla başlar; mesleğiyle, ırkıyla veya hangi özelliklere sahip olduğuyla ilgili değil. İşte bu da Allah’ın lütuflarından.
Şimdi gelelim kritik kavrama: Rabb… Rabb’ın kelime anlamlarında şunları görebiliyoruz:
- Rabi(sahip olan), yaratan ve yaşatan Rabb
-Mürebbi(eğitici) nasıl yaşanacağını öğreten
-Mun’im (hediye veren) güzel davranışları ödüllendiren
-Kayyim (parçaları birarada tutan),kainattaki sonsuz varlığı idare edebilen
-Seyyid (kesin hâkim) hepsinde kesin söz hakkına sahip olan
Böylesine derinlikli ve geniş bir kavramın bir de ilişkisel boyutu da vardır ki takdire şayan: Rab-abd ilişkisi… Rabb kelimesinin var olduğu her ayetin yakınında yöresinde “hidayet” ile ilgili kavramlar bulabiliriz. Bu da Rabbin eğiten, kulun ise eğitilen formda olduğunu bize en aktif şekilde gösterir. Ve maalesef çağımız Müslümanlarının temel algı kaymasına sebep olan hatası da bu. “Evet Allah beni yarattı, yaşatıyor da ama ben onun bana söylediği gibi yaşamak, hareket etmek, duygu, düşünce ve emellerde bulunmak zorunda değilim ki” yorumu. Yani kısacası yerlerin ve göklerin efendisi olan Allahın, kişinin hayatında efendi olma gerçekliğinin bulunmadığını iddia etmek... İşte bu bağ, kişinin Rab-kul bağlantısını hakkıyla idrak ettiğinde hem dünya hem de ahiret saadetine erişeceğine de işarettir. Sübhanallah… Evet Rab-kul ilişkisi, kişiyi alıp çepeçevre saran bir bağdır. “Seni başıboş bırakmadım ey insan”ın farklı bir yorumudur da bu aynı zamanda.
Şimdi gelelim bir diğer kelimeye: âlemin… Bu kelimenin üç boyutunu görebiliriz. (Üstad her ne kadar bunu tek boyuta indirse de düşüncem burada farklı benim.)
-Birinci boyutu kişinin içsel âlemiyle ilgilidir. Biliriz ki insanın içinde de sonsuz sayıda âlem vardır ve Peygamber’in ümmetiyle, şeytanın oyuncağı olmak arasında gezinir durur insan. İşte bu âlemdir ki iyi ve kötü huyları bir arada tutar.
-İkinci boyut evren ile ilgilidir. Sadece insanların yaşadığı bir dünyadan veya gördüğümüz boyutta bir evrenden bahsetmiyorum. Enfüsi ve afaki her boyutuyla âlemler. Yani 18 bin âlem…
-Üçüncü boyut ise toplumla ilgilidir ve Üstad’ın asıl değindiği konu budur. Kültür, medeniyet açısından alemleri değerlendirdiğimizde şöyle bir nüans var: Hepsini farklı yarattığını belirten Allah, hepsini eşit tuttuğunu da beyan ediyor, Resulünün de beyanatıyla. Eğer bu hakikate hakkıyla bakarsak yeryüzündeki en büyük sorunlardan ırkçılık, ötekileştirme, asimilasyon, dejenerasyon gibi durumların daha az yaşanacağına kanaat getirebiliriz.
Şimdi gelelim ikinci ayete. Ve bu ikinci ayette bize sunulan iki kelimeye: Rahman ve Rahim… İkisinin de kelime özü,” r h m” kökünden gelir ki, bu kelimenin etimolojisinde yoğun sevgi, ilgi, özen ve en sonunda da merhamet olduğunu görürüz. Evet, Allah bizlere Rab olduğunu beyan ederek kulları üzerinde otoritesinin var olduğunu belirtmişti lakin Allah bu otoriteyi neyle sağlayacaktı? Dünyadaki diğer efendiler gibi gaddar, acımasız mı olacaktı yoksa merhametli, sevgi dolu mu? Allah, diğer efendilerden farklı olduğunu belli ettiriyor ilk karşılaşmada ve bize merhametle muamele eden bir efendi olduğunu beyan ediyor. Evet, bilinen haliyle 99 farklı ismi var ama Allah kendini öncelikle merhamet ve sevgi sıfatıyla tanımlamayı istiyor. Zaten ilk indirdiği ayetlerden birinde de “halakel insene min alak” cümlesindeki “alak”a farklı bir boyutta baktığımızda onun sevgi anlamına geldiğini, yani kâinatı, dünyayı, içindekini ve hele hele insanı sevgi eksenli yarattığını görüyoruz. Peki, neden Allah bize sadece Rahman veya sadece Rahim ismiyle kendini tanıtmadı? Bu soruyu sorduğumuzda alacağımız cevap şu olacak: nüans farkları var. Peki nedir bu nüans farkları?
Öncelikle Rahman isminin 3 boyutuna değinmeliyiz. Nedir Rahman?
1. Rahman olağanüstü ve beklentiler üstüdür. Yani insanı hayretten hayrete sürükler.
2. Rahman hemen gerçekleşendir. O anda olur. Mesela aç birisine yemek vermek gibi. Bu adam 10 gün sonrası için hesap yapmaz, o anda açlığının giderilmesini ister.
3. Geçicidir. Evet dediğimiz gibi acıkmak, susamak, yorulmak… Bunlar bir anlığına olur ve de geçicidir. Bunlara karşılık yapılan işlem de geçicidir.
Peki ya Rahim? Rahim’in de 2 boyutu vardır.
1. Rahim kalıcıdır.
2. Rahim şu anda gerçekleşmek zorunda değildir. Örneğin birisi iyiliksever ise bunu size her an göstermek zorunda değildir. Önceki örnekten devam edecek olursak kişi açlığını giderdikten sonra öbür hafta ne yemek yemek isteyeceğini düşünebilir.
Allah sadece Rahman ismiyle kendini niteleseydi tecellisi hemen gerçekleşir ama kalıcı olmazdı. Sadece Rahim ismiyle kendini tanıtsa etkisi kalıcı olurdu ama hemen kendini göstermek zorunda değildi. İşte bu sebeple Allah, ikisini harmanlayarak bizlere sunuyor ki, rahmetiyle muamelesinin boyutları genişlesin. Peki, Rahman neden Rahim’den önce geliyor diye soracak olursak da cevabımız şu olur: şimdi, gelecekten daha da önceliklidir de onun için. Fakat insana gerekli olan şey geçici değil kalıcı olduğu için insanlığın Rahim’e daha çok ihtiyacı vardır. Kısacası tüm boyutlarıyla ele aldığımızda Rahman tecellisini daha çok dünyada gösterir, Rahim ise ahirette. Zira geçiciliğin yurdu dünya, kalıcılığın yurdu ahirettir.
İkinci ayeti bitirdikten sonra geleceğimiz yerde bir hikâye var:
Bir sahip, kölesine “sana özgürlük veriyorum ve de sayamayacağım kadar nimetler. Ama bu bahçenin sınırlarını geçersen cezalandırırım seni. Anlaştık mı?” der. Köle onaylar. Kölenin bir gün yanlışlıkla ayağı kayar. Sınır aşılmıştır ve köle bir bakar ki sahip koltuğundan onu izler ama sadece izler. Öbür gün köle sanki düşüyormuş gibi yapar ve sınırı geçer. Sahipten ses seda yok, izlemeye devam. Ve artık köle bu sınır aşmayı alışkanlık haline getirir. Sahip onu bir gün çağırır ve der ki: “ben sana buraya ilk geldiğinde sınırı geçmemeni istemiştim. Sen ilkinde hatayla ayağını aşırdın, ama sonrasında bunu 7541 kere bilerek yaptın. Bu yüzden sana bu uymadığın zaman kadar ceza vereceğim.” Bu hikâyenin şu boyutu var: Evet Allah merhametiyle muamele etmeyi sever kuluna lakin… Lakin kulu bunu suiistimal ederse karşılaşacağı tavrı şöyle özetler: Maliki yevmiddin…
Maliki yevmid’din Allah’ın bizlere sevgi eksenli otoriteyi nasıl ayakta tuttuğunu, sınırını nasıl belirlediğini gösteren güzel bir örnek… Din kelimesinin anlamı da “yanlışsız hesap görmek” olunca önümüze kıyamet gerçeği ortaya çıkar. Bunların sonucunda Allah kıyamet gününde iki ihtimalden biriyle bizlere davranacağını haber verir: ya adalet, ya merhamet… Evet, Allah bizlere “sınırı aşmazsanız ödüllendirdiklerimden olursunuz, sınırı aşarsanız da davranışlarınızın ‘karşılığını’ alırsınız, hiçbir yanlış hesap yapılmadan.” Der bu halde. Yani perspektifi biraz daha genişletirsek Er-Rahmanur Rahim-Maliki Yevmid’din arasında müthiş bir sevgi-adalet dengesini görebiliriz. Peki, perspektifi ilk üç ayete göre genişlettiğimizde ortaya ne çıkar? Allahın kendini en eksiksiz şekilde anlattığı gerçeği…
-Övgüye layığım ben, diyor önce.
-Sonra efendi olduğunu deklare ediyor.
-Daha sonra azametli efendiliğinin sevgiyle kaim olduğunu göstererek kalplere su serpiyor.
-Ve en sonunda “sakın merhametime aldanıp da suiistimal etmeye çalışmayın zira ben eksiksiz hesap görenim” diyerek müthiş dengesini bizlere gösteriyor.
Evet, kudretine ve şefkatine hayran bir kul ne yapar sizce? Bu kudrete karşılık bütün uzuvları ve ruhi fonksiyonlarıyla (Ömer Karaoğlu’nun bir parçasında da dediği gibi) “kudretine hayran olduğum ey Rabbim! Önünde diz çöküyorum” demez mi? Der. Peki nasıl der bunu? İyyeke ne’budu diyerek… Kul iyyeke ne’budu deyince şunu der: “Ey Rabbim! Kendi isteğimizle kendimizi sana kul ediyoruz ey Rabbim. Tut elimizden. Döndür yüzümüzü sana. Korkarız meçhullerde kaybolmaktan, kül olup savrulmaktan, kendimize bıraksak bu işi. Ne olursun bizi kulun eyle! Biliriz sen köle yapmazsın bizi, tercih meselesidir bu. Ve bizler, bu tercihimizi sana kulluk şeklinde kullanmak istiyoruz. Zira biliyoruz ki asıl özgürlük, ‘sadece sana’ kulluktan geçer. Kulluğumuzu kabul buyur ya Rabb!” İşte “iyyeke ne’budu”nun muhteşem kudreti. Ve Müslümanların en büyük sıkıntısı da, bunu idraklerine tam olarak yansıtamamaları… İdrakine varmak dileğiyle öbür parçaya geçiyoruz.
İyyeke nes’tein ne demek? Bunu deyince Allaha ne demek istiyoruz bir bakalım. “Evet, kul olmak istiyoruz sana ey Rabbim ama bunu nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Bu konuda ne yapacağımız hakkında bize yardım eder misin? Zira biliyoruz ki tek yardım edebilecek olan sensin. ” Neste’in… Evet, avn kökünden gelen bu kelimenin diğer yardım etmek fiilleriyle bir nüansı var: diğerlerinde yardım, kişinin çabasından bağımsızken, avn fiilinde ise bağımlıdır. Örnekleyecek olursak arabayla yolda giderken arabanın tekerleği patlarsa ve tek başınıza onu yapmaya çalışırken zorlanırsanız, yoldan geçen birine “bana yardım eder misin” derseniz, karşıdaki kişinin size yaptığı yardıma avn denir. Yani kısacası muhatabın size yardım etmesi için sizin uğraşmanız, çabalamanız gerekmekte. İşte Allah da bizlere bu iki ayette şu prensibini hatırlatıyor: “Kulum sana yardım ederim, ama öncelikle senin de uğraşman gerek.” Dikkat ederseniz dua da bu formdadır. Elinden geleni yaptıktan sonra, elinden gelmeyenler için Allaha dua ettiğinde genellikle kabul olunur. Hz. İbrahim “ben ateşe atlayayım, zaten Allah ateşi söndürecek.” Demedi, ateşe atılmayı göze alarak sonuna kadar o yolda yürüdü, Allah da ona ateşi haram etti. Ve genellikle bu konuda bizlerin en büyük sıkıntısı da bundan kaynaklanıyor. Allah’ım bana rızık ver, diyen adamın elleri tutuyor ve hala bir işle uğraşmak istemiyorsa bu adam şarlatandan başka biri değildir. Ve bu kişinin “Allaha dua ediyorum ama dualarım kabul olmuyor.” Deme hakkı da yoktur. Zira Allah’ı kandırmaya çalışanlar, önce kendini kandırır.
Evet, daha önceki ayette yardım etmesini dilemiştik Allahtan. Ama ne konuda ve nasıl yardım edeceğini ise sonrasındaki ayetten öğreniyoruz. Evet ihdina… “Allah’ım bana ne yapacağımı göster”in ayete bürünmüş halidir ihdina… Evet, etimolojik olarak yol göstermek, iletmek olan hidayet yerine onunla aynı fonksiyonlara sahip olan rüşd’ü de kullanabilirdi Allah fakat bir nüansla hidayetin önemi daha bir belirginleşiyor: Hediye. Yolunu arayan için iletmek ne kadar önemliyse, kişinin o yolda devamlılığını sağlamak için de pekiştirilmesi o kadar önemli. O da hediye ile olur. Evet, ve dikkat edecek olursak hedini değil, ihdina formunda geliyor ayet. Yine çoğul anlamda, yani biz... Yani Allah, bireyden topluma doğru açılan bir perspektif sunuyor bizlere. Peki, kişiler ve toplumlar Allah’tan sadece doğru yol hakkında bilgi vermesini mi ister ihdina deyince? Hayır. İhdina denince kulun Allahtan istediği ikinci bir şey de “karar verebilme gücü”. Yollar evet var ama bu yollardan hangisinde karar kılmak daha mantıklı? İşte burada Allahtan istediğimiz, seçenekler arasında bize yardım etmesi. ‘İhdina’nın üçüncü boyutuna bakacak olursak şunu görürüz: hidayet su gibidir. Kişi sadece bir kere su içmez. Her susadığında su ister. Aynen öyle de “kişi bir kere hidayete erdi mi bir daha doğru yoldan şaşmaz” yok. Hayat devam ettikçe hak ve batılın mücadelesi de devam eder ve kişinin doğru yoldan sapmaması için hidayet suyunu yanından ayırmaması gerekir. Peki kişinin Hakk tarafından yönlendirildiği yol nasıl bir özelliğe sahip?
Sıratal Mustakim… Evet gideceğimiz yol bu. Peki, kelime köküne bakacak olursak sırat ne, müstakim ne? Şöyle bir bakalım… Sırat demek uzun ve geniş, dümdüz olan yol demek. Evet hayat uzun bir yolculuk demiştik. Ve müminleri tanımlarken beraber olarak tanımlamıştık. Yani ümmeti alacak kadar geniş bir yol. Ve de dümdüz. Haktan ayrılmamak için tasarlanmış dümdüz yol. Biz Allahtan sıratı istediğimizde aslında bu yola girmiş oluyoruz. Bu yola girmiş olmak, dümdüz olan bu yolda hedefe varmış olmakla aynı fakat… Fakat kişi doğru yola eriştirmesini Allahtan isteyince şunu der bir de “beni doğru yola eriştir ama beni bırakma.” Bunu şu örnekte daha bir iyi anlayabiliriz:” baba ve çocuk yolda gitmeye başladılar mı güvendedirler fakat ne zaman ki çocuk etraftaki albenili şeylere gözü kayar da babasının elini tutmayı bırakırsa bir arabanın çarpması veya çocuğun kaybolması içten bile değildir. Fakat eğer tutan çocuk değil de baba ise, çocuk için o eşyalar ne kadar albenili olsa da çocuk sağa sola sapmaz, yolundan şaşmaz, kaybolmaz. “ Peki, her yolda olan, yolu tamamlamış mıdır? Trafik kazaları bu sorunun cevabının hayır olduğunu söylüyor. İşte Allahtan istediğimiz üçüncü şey de burada: “bizi bu düz, geniş ve uzun yolun sonuna eriştir”. İşte sıratın kelime manası bu…
Peki ya müstakim? İstikamet, kıyam gibi kelimelerin özdeşi olan Müstakim’in kelime manası ise: yukarıya doğru, dosdoğru… Yani her kim bu yolda seyahat ederse Allaha yükselir. Zira bizler biliriz ki dağlara çıktığımızda manzara öyle bir güzelleşir ki… Bakış açımız genişler, şehrin kirli havasından sıyrılıp temiz havayı soluruz, vücudumuz yenilenir, adrenalin ve mutluluk hormonları salgılar. İşte öyle de Allah’ın yolunda yürüyen ve o yolda yükselen kişi de olaylara, olgulara, kişilere daha geniş perspektiften bakar. Nefsinin ve şeytanın ifsadından kurtulur. Her ayette biraz daha kendine gelir, bu dünyaya niçin gönderildiğinin farkına varır. Ve en sonunda bu manevi hazzı tekrar tekrar yaşamak için durmadan ibadet eder. Zira huzur oradadır. “Ya Resulallah!Allah senin gelmiş geçmiş tüm günahlarını affetmişken niye hala ibadet edersin?” sorusuna, “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı ya Aişe?” diyen peygamberin yolu… İşte Sıratal Mustakim…
Peki, garantisi var mı ki o insanın düşmeyeceğinin? Maalesef hayır. Dağların dorukları, aynı zamanda tehlikeli bir yer. Düşünsenize dağın eteğindesiniz. Düşseniz en fazla diziniz burkulur. Ya dağın en doruklarından düşerseniz? Paramparça bir beden… İşte bu yüzdendir ki Allaha hakkıyla kul olmaya çalışan veli insanlar, “sana hakkıyla ibadet edemedik ey Rabbim” derler. Zira daha almaları gereken bir yol vardır fakat düştüklerinde iyilikleri bırakmakla kalmayacaklarını, kötü yola duçar olacaklarını bilirler. Etrafımız bu örneklerin niceleriyle dolu. Bir mahalle dedikodusunda bu kişilerin kulağı genellikle şöyle çınlatılır, dağların eteklerinde kalmayı yeğleyenler tarafından: “vah vaaah biz de onu gerçek Müslüman sanıyorduk. Ne hale gelmiş! Yok, kuzum yok öyle dine kendini fazla kaptırmayacaksın! Kaptırınca da öylece ayarın şaşar, sapıtırsın. Bizim gibi normal Müslüman olarak yaşamak neyine yetmiyor be adam!”
Evet, treni gardan çıkarayım derken raydan çıkaranların, treni hiç hareket ettirmeyenlerce yapılan eleştirisi bu yönde. Peki, bizim bu durumumuzu Allah bilmiyor muydu? Biliyordu. Bu yüzden bizi kimlerle te’dib edeceğini şu ayetle açıklar: sıratallezine en’emte aleyhim…. Evet “ene’mte”ye dikkat! Zira geçmiş zaman kipiyle gelmiş kelime. Yani diyor ki sana örnek verdiğimi şimdiden değil, geçmişten ara. Peki kim bunlar? Bunu öğrenmek için en’emte kelimesinin kökenine bakalım. Kolaylık, konfor, yumuşaklık anlamına gelen kelimenin bir de nimetlendirilen anlamı da var. Yani aslında bizlere muhatapları şöyle açıklıyor: senin gitmeyi arzu ettiğin yolda ayak izleri olan insanlar… Kim onlar? Peygamberler, Sıddıklar, şehitler, veliler gibi Allahın nimetlendirdiği kişiler…Evet onların yolunu tutmalı insan. Çünkü onlar, yaşantılarıyla nasıl yaşanacağını en açık şekilde gösterdiler.
Peki şöyle bir soru geliyor akla: tamam iyi hoş bunlar güzel örnekler de bunlara uymadığımızda hangi kategoriye girer ve ne şekil davranılır bize? Bunun cevabını da Fatiha’nın son parçasındaki iki güruhta görürüz: ğayril mağdubi aleyhim-veleddallin…Öncelikle şunu ifade etmekte yarar var ki Allah bunları ifade ederken direkmen “ğaril yahudin vennasar” demiyor. Yani tüm Yahudilere veya Hristiyanlara söylemiyor bunu. Peki, ne diyor: “Ey kullarım geçmişte bazı Yahudiler ve Hristiyanlar izlediği tutum ve edindiği davranışlarla bu sıkıntılı hale geldiler. Yani sorun kavimde değil, davranış ve emelde. Siz de bu temayüle girmeyin.” İşte bunu anladıktan sonra şimdi başlayalım mağdubi aleyhim e.
İki öğrencisinden yanında olana “ben gidiyorum ama bu eşyalara zarar gelmesin! Arkadaşını da bu konuda haberdar et.” Der ve dışarı çıktıktan sonra geri geldiğinde etrafın dağınık olduğunu görürse öğretmen, sizce en çok kime “kızar”, kime “öfkelenir”? Tabiî ki de uyarıyı yaptığı öğrenciye. Diğeri “ama benim bundan haberim yoktu” dese de suçludur ama asıl suçlu odur. Bu olaya antropolojik perspektifle baktığımızda ise şöyle bir gerçeklik karşımıza çıkıyor: Yahudileşmek. Zira Yahudiler çok bilginlerdi ama kitaba uymak yerine kitabına uydururlardı. Yani insanları ve en önemlisi kendilerini kandırarak Allah’ı kandırmaya çalışıyorlardı. Kısacası bildiği halde amel etmiyorlardı. Böyle kişilere siz bir insan olarak kızmaz mısınız? Ya peki Allah? Onun melekleri? Salihler, şehitler, peygamberler… Mağdubi aleyhim kelimesinin anlamı da burada hayat buluyor. Dikkat ettiyseniz kelime “Gazaba uğrayanlar” diye tercüme ediliyor, “Allah’ın gazabına uğrayanlar”diye tercüme edilmiyor ayet. Yani herkesin gazabını üzerine çeken anlamına geliyor. Ve burada ikinci olarak dikkat etmemiz gereken şey: ayet isim cümlesi. İsim cümlesi olanlar neydi? Evet kalıcıydı. İşte öyle bir halde olurlar ki bu gazaplanılmak, ebedidir. Bu yüzden her Müslüman’ın buna muhatap olmamak için özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Özeleştiri yapacak olursam ben, çok okurum ama az uygularım. Çoğu okuyanımız da maalesef öyle. Kitabıyla amel etmeyeni Allah, kitap taşıyan merkebe benzetiyordu ya hani… Yani bir treni çalıştıracak, yolu bitirecek bir bilgiye sahipsin ama treni çalıştırmıyorsun. İşte bundan kaçınmamız ve maddeye, bilgiye yoğunluk verdiğimiz gibi manaya ve eyleme de yoğunluk vermeliyiz.
Şimdi gelelim ikinci örnek olmayan örneğe: dallin… Yolunu kaybeden, meçhullerde kaybolan. Bu kişilerin kılavuzu yoktur. Zira olsa da onu okuyacak zamanları yoktur. Bu güruh “tren nereye giderse gitsin, bir yere gitsin”ciler. Daha sonra kafasını kayalara vurur “nerelere geldim ben” diye. Arkadaşından bunun haberini alıp da yine de yaramazlık yapanı diğeri kadar olmasa da suçlu bulmuştuk. Evet, dallin’in antropolojik kökenine baktığımızda Hristiyan aklına erişiriz. Eylemsel bazda etkin fakat ilimsel bazda gayet kof bir görüntü. Daha önce de dediğimiz gibi bizim klasik gelenekselci Müslümanlarımızı da burada görürüz. Yolunu kaybeder ve hak-batıl arasındaki farkları irdelemek şöyle dursun, karıştırır iyice. Bu sebeple Allah, onları, yolunu karıştıran ve kaybedenler olarak gösterir bizlere. Böyle kişilerden olmamak ümidi ve duasıyla…