EBEVEYN RUHU -1-
Bir ney sesi derinliğindeki çığlıkla dünyaya gelir insan. Nefes almaya başladığı andır hayatla ilk karşılaşma anı. Zahmetli ve bir o kadar da ağlamaklı çıkar o ses. Anne karnındaki o rahatlığı bırakır, dünyanın çeşitli meşakkatleriyle dolu atmosferine ayak basar. Bir misafir gibi karşılanır. Kutlu misafir... Bu kutlu misafiri ağırlayacak ev sahibi de verir Allah(C.C.). O ev sahibinin ilki, onu önce karnında, bir ömür boyu da baş üstünde ve her zaman kalbinde taşıyan anne; ikincisi de ona her koşulda arka çıkacak, ondan sevgisini esirgemeyecek babadır.
Çocukluk yıllarında ebeveynle(özellikle anneyle) öyle bir etkileşime girer ki çocuk; yaşamının daha sonralarında bu ilgiyi hiç kimseden bu kalitede bulamayacaktır. Anne-baba ilgisi tabiri caizse bir Anzer balı hüviyetinde olur çocuk için. Koruyucu, sağlıklı, organik bağlarla bağlanırlar birbirlerine çünkü. Çünkü o sevginin içinde, Allah’ın o saf bedenin içine yüklediği yüce ruha saygı söz konusudur. Ne kadar da değerlidir bir çocuk anne-babası için, görüyor musunuz?
Ve o çocuk büyür, okul yaşına gelir. Fakat dikkat edersek anne babada bir alışma hali belirir. Günün doğuşundan, renga renk çiçeklerin açışına; kâinatın o müthiş intizamından nefes alışverişimize kadar nice mucizelere alıştığımız gibi, çocukların üzerimizdeki o mucizevi etkisini görmemeye başlarız, alıştığımızdan dolayı. Oysa her bir dönemi ayrı bir mucize eseridir. Önce elini aktif bir şekilde kullanmayı öğrenir(2-5 yaş), sonra parmaklarını(5-7 yaş), bundan sonraları ise parmak uçlarındaki o ince kasları(7-11 yaş). Daha sonrasında eylemlerini kendi istediği gibi hayal edip hayata geçirme yeteneğine kavuşur(11-18 yaş). Ve sonra... Sonra hayatınızdan ayrılır. Hem de bir kuş gibi... Ne de küçüktü değil mi? Ne de tatlı bir acizliği vardı değil mi? Ne de sevilesi bir çaresizliği vardı değil mi? Ne de yalansız, yapay olmayan bir hayatı tattırmıştı size öyle değil mi? Evet bir çocuk insan hayatına ne değerler katıyor...
Bir oyun hamuru gibidir çocuk. Ne amaçla ve ne şekilde eğitmeye çalışsanız o yönde bir eğilim gösterir. Ve biz... Biz mademki Allah’ı Rab olarak biliyoruz; biz mademki Muhammed(SAV)’i Önder, Kuran’ı Rehber olarak görüyoruz... Madem öyle hem bize bir emanet olarak gelen çocuğu asıl sahibine(Allah’a) kavuşturana kadar Rahmanî bir hassasiyetle üzerine titreme; hem Sevgi Peygamberi(SAV)’nin bahçesine sevgi ve ilgiyle yetiştirilen bir gül olarak sunma; hem de Kur’anî bir terbiyeyle bir ağaç gibi güzel kokan ve kokusunu herkese yayan bir “gül çocuk” yetiştirme misyonumuz olmalı. “Bu nasıl olacak yahu?” demeyelim. Yeterliliğimiz de var aslında. Peygamber Efendimiz(SAV) “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anne-babasının yetiştirmesiyle dinini seçer.” der. Buradaki mana şudur: Anne-babanın çocuklarının ruh ve zihin dünyasına etkileri çok kuvvetlidir. “Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir.” düsturuyla hareket edecek olursak şu sonuca varmış oluruz: Anne-babanın çocuğunu “eğitme-terbiye etme” mesuliyeti vardır. Peki, nasıl bir eğitim? Birkaç başlığına değinelim.
Tefsir konusunda insanlara farklı ve doğru bakış açılarını kazandıran Mustafa İslamoğlu’na göre insanın yaratıldığı öz olan “Alak” kelimesinin aslî anlamı “sevgi, ilgi, alaka”dır. Öyleyse öncelikle çocuğa sevginin ifade yollarını bilerek yaklaşmak ve onunla sağlıklı, güzel bir iletişim kurmak gerekir. Bilmeliyiz ki sevginin o kuşatıcı diliyle nice kilitli kapıları açtı Peygamber. Âlemlere Rahmet olarak adlandırılan o Yüce Ruh(SAV), sevgi ve merhamet iksiriyle nice bozuk düzenleri değiştirdi de örnek oldu bizlere.
Bunu sağladıktan sonra çocuğa sorumluluk duygusunu kazandırmak gerekir. İslamî hassasiyetle yetiştirilmesi gereken bireylerin, “sorumluluk” bilincine sahip olması gerekir. Çünkü Allah, insanları başıboş bir amaç için değil, ibadet “Sorumluluğu”yla dünyaya göndermiştir. “Emaneti göğe, yere ve dağlara yükledik de istemediler. Ancak insan istedi. İnsan cahil ve zalimdir.” Der Kur’an. Sorumluluk bilincini veren Allah, gücü de o nispette verir. Bizler de çocuklarımızı sorumluluk duygusuyla yetiştirelim ki, ilerde edineceği misyonun altında ezilmesin, işini en iyi şekilde yapabilsin. Burada dikkat edilmesi gereken husus, sorumluluğu verirken diğer faktörleri de yanında sunmalı. Neler mi? Tabii ki de özgüven ve iç denetim...
Sorumluluğun olduğu yerde “içdenetim ve özgüven”den söz etmemek eksik olur. Bediüzzaman Said Nursî’nin söylemiyle “Hakiki bir imana sahip olan birisi, bütün dünyaya meydan okuyabilecek güçtedir.” Yani özgüven, kişiye imkânsızı başarabilecek bir enerji verir. Dünyanın dengesini bozacak seviyeye gelen bir enerjimizin farkındayız, edindiğimiz tecrübelerle. Madem öyle, neden bunu olumlu şekilde kullan(a)mayalım ki? İşte bunu sağlamak için, Nebevî misyonla yetiştirdiğimiz çocuklarımıza Arif Nihat Asya’nın da dediği gibi “Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın / Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” demeli ve onlarda özgüven dozajlamasını yüksek dereceye getirmeliyiz. Tabi bunu sağlarken çocuğun kendi kendini kontrol edebilecek şekilde yetişmesini sağlamalıyız. Bunun için cezayı kesinlikle ama kesinlikle kullanmamalıyız. Çünkü ceza, doğal davranışlara verilen doğal olmayan tepkilerdir ve insanın onurunu kırar. Bizler insanlık onurunu düşünen bireyler olarak, insanlık onurunu rencide edici hareketlerden en önce kendi aile efradımızı korumalıyız.
Aslında dikkat ederseniz cezalar bizim acziyetimizi gösteriyor. Hani fikirleriyle savaşamadığınız adamı idam etmek gibi. Düşünün bir kere. Çocuğunuz duvarı çiziyor, ceza olarak onu dövüyor ona bağırıyorsunuz; vazoyu saksıyı kırıyor, yine onu dövüyor ona bağırıyorsunuz; sesiyle sizi rahatsız ediyor, yine aynı tepkiyi veriyorsunuz. Sormazlar mı size “çocuğun o kadar farklı davranışına hep aynı tepkiyi vermeniz, sizin acizliğinizi göstermez mi?” Bal kovanına elinizi soktuğunuzda bir fil gelip hortumuyla ağzınızın üstüne bir tokat mı çakar? Hayır, arılar sizin peşinizden kovalar. Bakar mısınız, doğada böyle bir doğallık varken neden kendimiz yapaylıklarla boğuşuyoruz? Bunu sorgulamalıyız öncelikle.
Peki ya ceza olmazsa olumsuz davranışlar nasıl düzeltilebilir? Geribildirimle tabi. Geribildirim, insan davranışlarında meydana gelen olumsuz davranışları düzeltmeye odaklı bir tutumdur. Bunu en iyi yapan da kimdir biliyor musunuz? Enes bin Malik’in şu sözlerine kulak verelim öyleyse: “Peygamber Efendimiz bana hiçbir zaman kötü söz söylemedi, yanlışımı yüzüme çarpmadı, beni dövmedi. Bana doğruyu gülümseyerek gösterdi.” Evet Peygamber metodu olarak adlandırdığımız geribildirimde şu iki hususa dikkat edilmeli: birincisi eleştiri kişiye değil, yanlış davranışa yapılmalı; ikincisi eleştiri yapıcı olmalı. Pekiiii... Yapıcı ve davranışa yoğunlaşmış eleştiriyi mi isteriz; yoksa hakaretle donatılmış, anlamsız, gelecek etkisi olmayan, ani ve en önemlisi davranışı yapana yoğunlaşmış yıkıcı eleştiriyi mi? Karar bizim... Ama çocuklarımıza ceza vermeye çalışırken her yönüyle bize örnek olan Peygamber Efendimizin “Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkalarına yapmayın” düsturuna dikkat edersek daha bir doğru hareket etmiş oluruz.
Peki ya bu enerjiyle her şeyi yapabilecek potansiyeldeki bir insanı ziyan etmek bize yakışır mı? Tabii ki de hayır. İşte bu aşamada da (her aşamada uygulanması gerekir tabi) çocuğa Allah ve Peygamber sevgisini vererek İslamî şuurlanmayı gerçekleştirmesi sağlanmalıdır. Düşünsenize sizin küçük dediğiniz çocuğunuz, ileride gittiği yerlere sevgi ve kulluk bilincini yerleştirip, oranın mamur ve mabud yerler; oranın insanlarının abid insanlar olmasına vesile olmuş. Ne de güzel bir şey değil mi? İşte “testi, içinde ne varsa onu akıtır” düsturuyla hareket etmeli ve çocuğumuzun benliğine İslamî ve İnsanî şuuru yerleştirmeliyiz. Peki ya bunu nasıl yapmalı? “Evladım bu doğru olan davranıştır, bu da yanlış” denmeli tabi. Fakat demekten ziyade rol-model olunmalı. O zaman çocuk yaparak-yaşayarak ve bizi model alarak yüksek erdemlerle donanımlı bir insan olabilir. Zaten Kur’an bizlere oku derken “oku ve öylece kal” demez; “oku, anla, yaşa ve yaşat” der. Peygamber de “Boş ve faydasız ilimden Allaha sığınırım.” dememiş midir?